Bu sitenin tüm hakları Andis Hukuk'a aittir.

Andis Hukuk & Danışmanlık İstanbul Ofisi (0212) 571 19 31
https://g.co/kgs/9FKrPBN
https://andishukuk.com/
Öcalan - Türkiye Davası (Başvuru No: 46221/99)
0

Öcalan - Türkiye Davası (Başvuru No: 46221/99)

AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ
ÖCALAN - TÜRKİYE DAVASI
(Başvuru no: 46221/99)
KARAR
STRAZBURG
12 Mayıs 2005
Bu karar nihaidir. Ancak, şekle ilişkin değişiklik yapılabilir.
Öcalan/Türkiye davasında,
Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi,
L. WILDHABER, Başkan,
C.L. ROZAKIS,
J.-P. COSTA,
G. RESS,
Nicolas BRATZA,
E. PALM,
L. CAFLISCH,
L. LOUCAIDES,
R. TÜRMEN,
V. STRÁŽNICKÁ,
P. LORENZEN,
V. BUTKEVYCH,
J. HEDIGAN,
M. UGREKHELIDZE,
L. GARLICKI,
J. BORREGO BORREGO,
A. GYULUMYAN, yargıçlar
AVRUPA
KONSEYİ
COUNCIL
OF EUROPE
______________________________________________________________________________________
© T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2005. Bu gayrıresmi özet çeviri Dışişleri Bakanlığı Avrupa Konseyi ve İnsan
Hakları Genel Müdür Yardımcılığı tarafından yapılmış olup, Mahkeme’yi bağlamamaktadır. Bu çeviri,
davanın adının tam olarak belirtilmiş olması ve yukarıdaki telif hakkı bilgisiyle beraber olması koşulu ile
Dışişleri Bakanlığı Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Genel Müdür Yardımcılığı’na atıfta bulunmak
suretiyle ticari olmayan amaçlarla alıntılanabilir.
2
ile Bölüm Sekreteri P.J. MAHONEY’in katılımı ile Avrupa Đnsan Hakları
Mahkemesi Büyük Daire olarak toplanmış,
9 Haziran 2004 ve 19 Ocak 2005 tarihlerinde yapılan bir kapalı oturum
sonucunda,
22 Nisan 2005 tarihinde, ek incelemelerin ardından, aşağıdaki kesin kararı
vermiştir:
USUL
1. Dava, Avrupa Đnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması
Sözleşmesi’nin (“AĐHS”) 34. maddesi uyarınca, Türk vatandaşı Abdullah
Öcalan (“başvuran”) tarafından, Türkiye Cumhuriyeti aleyhine, AĐHM’ye, 16
Şubat 1999 tarihinde yapılan başvurudan (no. 46221/99) kaynaklanmaktadır.
2. Başvuran, Londra Barosu avukatlarından Sir Sydney Kentridge, Mark
Muller ve Timothy Otty ile Đstanbul Barosu’ndan Aysel Tuğluk tarafından
temsil edilmiştir. Türk Hükümeti (“Hükümet”), sözkonusu davada Ortak Ajanlar
Münci Özmen ve Đstanbul Barosu’ndan Şükrü Alpaslan tarafından temsil
edilmiştir.
3. Başvuran, özellikle, 2. madde (yaşam hakkı), 3. madde (kötü muamele
yasağı), 5. madde (özgürlük ve güvenlik hakkı), 6. madde (adil yargılanma
hakkı), 7. madde (cezaların yasallığı), 8. madde (özel hayata ve aile hayatına
saygı hakkı), 9. madde (düşünce, vicdan ve din özgürlüğü), 10. madde (ifade
özgürlüğü), 13. madde (etkili başvuru hakkı), 14. madde (ayırımcılık yasağı),
18. madde (hakların kısıtlanmasının sınırları) ve 34. madde (bireysel başvuru
hakkı) olmak üzere AĐHS’nin çeşitli maddelerinin ihlalini ileri sürmüştür.
4. Bu başvuru AĐHM’nin Birinci Bölümü’ne verilmiştir. (Đç Tüzük’ün 52
§ 1. maddesi).
5. AĐHM, başvuran aleyhine Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde açılan
davada, 6. maddenin gereklerinin yerine getirilmesini ve başvuranın, kendi tayin
ettiği avukatları aracılığıyla, AĐHM’ye bireysel başvuru hakkından etkili bir
şekilde faydalanmasını sağlamak için, 4 Mart 1999 tarihinde, Đç Tüzük’ün 39.
maddesinin kapsamı dahilinde, Hükümet’ten ihtiyati tedbir alınmasını talep
etmiştir.
Savunmacı Devlet, 8 Mart 1999 tarihinde görüşlerini sunmuştur.
Başvuranın temsilcileri de, 12 Mart 1999 tarihinde görüşlerini sunmuştur.
AĐHM, 23 Mart 1999 tarihinde, başvuranın adil bir şekilde yargılanmasını
sağlamak için Hükümet’i, Đç Tüzük’ün 39. maddesi uyarınca alınan tedbirlere
ilişkin bazı noktaları açıklamaya davet etmiştir.
9 Nisan 1999 tarihinde, Avrupa Konseyi Nezdindeki Türkiye Daimi
Temsilciliği’nin hukuk müşaviri, AĐHM’nin sorularının, Đç Tüzük’ün 39.
maddesinin anlamı dahilinde öngörülen ihtiyati tedbirin kapsamını aştığı için
Türk Hükümeti’nin bu soruları cevaplamaya hazır olmadığını bildirmiştir.
29 Nisan 1999 tarihinde AĐHM, kabuledilebilirlik ve esas hakkındaki
görüşlerini almak için başvuruyu Hükümet’e iletmeye karar vermiştir.
3
Hükümet, 31 Ağustos 1999 tarihinde görüşlerini sunmuştur. Başvuran ise
Hükümetin görüşlerine cevaben, kendi görüşlerini, 27 Eylül ve 29 Ekim 1999
tarihlerinde sunmuştur.
2 Temmuz 1999 tarihinde, başvuranın avukatlarından biri, AĐHM’den
“başvuranın şikayetlerinin esası hakkında karar verilene kadar, başvurana 29
Haziran 1999 tarihinde verilen ölüm cezasının infazının durdurulması” için
Hükümet’e çağrıda bulunmasını talep etmiştir.
AĐHM, 6 Temmuz 1999 tarihinde, Đç Tüzük’ün 39. maddesinin
uygulanmasına dair talebin başvuranın cezasının Yargıtay tarafından onanması
halinde değerlendirilebileceğine karar vermiştir. 30 Kasım 1999 tarihinde
AĐHM, Hükümet’e, aşağıda sunulan ihtiyati tedbir kararını bildirmeyi
kararlaştırmıştır.
“AĐHM, başvuranın, AĐHS çerçevesindeki şikayetlerinin
kabuledilebilirlik ve esasına ilişkin aşamalarını etkin bir şekilde inceleyebilmek
için, savunmacı Devlet’in, ölüm cezasının infaz edilmemesini teminen gerekli
bütün önlemleri almasını talep eder.”
6. 21 Kasım 2000 tarihinde, Strazburg’daki Đnsan Hakları Binası’nda,
şikayetlerin kabuledilebilirlik ve esasına (Đçtüzük’ün 54 § 4. maddesi) ilişkin
halka açık bir duruşma yapılmıştır.
7. 14 Aralık 2000 tarihli bir kararla, başvuru, bu Bölüm’ün aşağıdaki
yargıçlardan oluşan bir Dairesi tarafından kısmen kabuledilebilir bulunmuştur:
E. Palm, W. Thomassen, Gaukur Jörundsson, R. Türmen, C. Bîrsan, J.
Casadevall ve R. Maruste ile Bölüm Sekreteri M. O’Boyle.
8. Daire, 12 Mart 2003 tarihinde kararını vermiştir. Oybirliği ile,
başvuranın, polis nezaretinde tutulmasının yasallığının denetlenebileceği bir
hukuk yolu bulunmaması nedeniyle AĐHS’nin 5 § 4. maddesinin ihlal
edildiğine; oybirliği ile AĐHS’nin 5 § 1. maddesinin ihlal edilmediğine; oybirliği
ile başvuranın yakalanmasının hemen ardından yargıç önüne çıkartılmaması
nedeniyle AĐHS’nin 5 § 3. maddesinin ihlal edildiğine; bire karşı altı oyla
başvuranın tarafsız ve bağımsız bir mahkeme tarafından yargılanmaması
nedeniyle AĐHS’nin 6 § 1. maddesinin ihlal edildiğine; oybirliği ile başvuranın
adil yargılanmaması nedeniyle AĐHS’nin 6 § 1. maddesi ile 6 § 3 (b) ve (c)
maddelerinin birlikte ihlal edildiğine; oybirliği ile AĐHS’nin 2. maddesinin ihlal
edilmediğine; oybirliği ile ölüm cezasının uygulanmasına ilişkin olarak, 14.
madde ile 2. maddenin birlikte ihlal edilmediğine; oybirliği ile ölüm cezasının
uygulanması hakkındaki şikayete ilişkin olarak, AĐHS’nin 3. maddesinin ihlal
edilmediğine; bire karşı altı oyla adil olmayan bir yargılamadan sonra ölüm
cezası verilmesine istinaden, 3. maddenin ihlal edildiğine; oybirliği ile
başvuranın Kenya’dan Türkiye’ye getirilişi ve Đmralı adasındaki tutukluluk
şartlarına ilişkin olarak, AĐHS’nin 3. maddesinin ihlal edilmediğine; oybirliği ile
başvuranın, AĐHS’nin 7., 8., 9., 10., 13., 14. ve 18. maddelerine dayanarak ileri
4
sürdüğü şikayetlerini tek başlarına ya da AĐHS’nin yukarıda anılan hükümleri ile
birlikte incelemeye gerek olmadığına ve oybirliği ile AĐHS’nin 34. maddesinin
in fine olarak ihlal edilmediğine karar vermiştir. Karara R. Türmen’in kısmi
muhalefet şerhi eklenmiştir.
9. 9 Haziran 2003 tarihinde, başvuran ve 11 Haziran 2003 tarihinde
Hükümet, AĐHS’nin 43. ve Đçtüzük’ün 73. maddeleri uyarınca, davanın Büyük
Daire’ye gönderilmesini talep etmiştir.
9 Temmuz 2003 tarihinde bir Büyük Daire heyeti, davanın, Büyük
Daire’ye gönderilmesine karar vermiştir.
10. Büyük Daire’nin oluşumu, AĐHS’nin 27 §§ 2 ve 3. maddeleri ile
Đçtüzük’ün 24. maddesine göre belirlenmiştir. AĐHS’nin 23 § 7. ve Đçtüzük’ün
24 § 4. maddesi hükümleri uyarınca, E. Palm görev süresinin sona ermesinden
sonra da davaya iştirakini sürdürmüştür.
11. Başvuran ve Hükümet, esaslar üzerine görüşlerini bildirmiş ve
birbirlerinin görüşlerine ilişkin yazılı yorumlarını sunmuştur.
12. 9 Haziran 2004 tarihinde, Strazburg’daki Đnsan Hakları Binası’nda,
halka açık bir duruşma yapılmıştır (Đçtüzük’ün 59 § 3. maddesi).
Mahkemeye aşağıdakiler katılmıştır:
(a) Hükümet adına
Ş.ALPASLAN, Ortak Ajan,
M. ÖZMEN, Ortak Ajan,
E. ĐŞCAN,
Đ. ALTINTAŞ,
B. ARI,
B. ÖZAYDIN,
A. ÇĐÇEK,
M. TĐRE,
K. TAMBAŞAR,
N. ÜSTÜNER,
B. ÇALIŞKAN,
O. NALCIOĞLU,
N.ERDĐM Danışmanlar;

(b) başvuran adına
Sydney KENTRIDGE Q.C.,
M. MULLER,
T. OTTY,
A. TUĞLUK, Avukat,
K. YILDIZ,
M. SAKHAR,
Đ. DÜNDAR,
5
F. AYDINKAYA,
L. CHRALAMBOUS,
A. STOCK, Danışmanlar
AĐHM, Sydney Kentridge’in, Muller’in, Otty’nin, Tuğluk’un ve
Alpaslan’ın konuşmalarını dinlemiştir.
OLAYLAR
I. DAVA OLAYLARI
13. Başvuran, 1949 doğumlu bir Türk vatandaşıdır ve halen, Đmralı
Cezaevi’nde (Mudanya, Bursa, Türkiye) tutulmaktadır. Yakalanmasından önce
başvuran, Kürdistan Đşçi Partisi’nin (PKK) lideri idi.
Davaya temel oluşturan olaylar, tarafların sunduğu şekliyle, izleyen
şekilde özetlenebilir.
A. Başvuranın yakalanışı ve Türkiye’ye getirilişi
14. Başvuran, 9 Ekim 1998 tarihinde, yıllardır yaşamakta olduğu
Suriye’den sınırdışı edilmiştir. Aynı gün, başvuran, Yunanistan’a gelmiş,
burada, Yunanlı yetkililer, kendisinden, iki saat içinde Yunan topraklarını terk
etmesini istemişler ve kendisinin siyasi sığınma talebini reddetmişlerdir. 10
Ekim 1998 tarihinde, başvuran, Yunanistan Gizli Servisleri tarafından kiralanan
bir uçakla Moskova’ya gitmiştir. Başvuranın Rusya’ya siyasi sığınma talebi,
Duma tarafından kabul edilmiş, ancak Rusya Başbakanı, bu kararı yürürlüğe
koymamıştır.
15. Başvuran, 12 Kasım 1998 tarihinde, sığınma talebinde bulunduğu
Roma’ya gitmiştir. Đtalyan yetkililer, öncelikle, Öcalan’ı nezarete almış, ancak
daha sonra ev hapsine yerleştirmiştir. Đtalya makamları, başvuranı Türkiye’ye
iade etmeyi reddetmelerine rağmen, kendisine mülteci statüsü vermeyi de kabul
etmemiş ve başvuran Đtalya’yı terketme yönündeki baskılara boyun eğmek
zorunda kalmıştır. Rusya’da bir ya da iki gün geçirdikten sonra, muhtemelen 1
Şubat 1999 tarihinde, yeniden Yunanistan’a dönmüştür. Ertesi gün, (2 Şubat
1999) tarihinde, başvuran, Kenya’ya götürülmüş, Nairobi Havaalanı’nda,
Yunanistan Büyükelçiliği görevlileri tarafından karşılanarak, Yunanistan
Büyükelçisi’nin ikametgahına yerleştirilmiştir. Yunanistan Büyükelçisi’ne siyasi
sığınma talebine ilişkin bir başvuruda bulunmuş, ancak bu talebine hiçbir yanıt
alamamıştır.
6
16. Kenya Dışişleri Bakanlığı, 15 Şubat 1999 tarihinde, Öcalan’ın, 2
Şubat 1999 tarihinde Nairobi’ye inen bir uçakta bulunduğunu ve kendisine eşlik
eden Yunanlı görevlilerle birlikte kimliğini açıklamadan ya da pasaport
kontrolünden geçmeden, Kenya topraklarına giriş yaptığını açıklamıştır. Aynı
açıklamada, Dışişleri Bakanı’nın, başvuranın kimliği hakkında bilgi edinmek
için Yunanistan’ın Nairobi Büyükelçisi’ni makamına çağırdığı da belirtilmiştir.
Büyükelçi önce, sözkonusu kişinin Abdullah Öcalan olmadığını belirtmiş ve
sonra, Kenya makamlarının baskısı üzerine, gerçekte Öcalan olduğunu kabul
etmiştir. Yunanistan Büyükelçisi, Kenya Dışişleri Bakanı’na, Atina’daki
yetkililerin Öcalan’ın Kenya’dan ayrılması için gerekli düzenlemeleri yapmayı
kararlaştırdıklarını bildirmiştir.
Kenya Dışişleri Bakanı, ayrıca, Kenya’nın ülke dışındaki diplomatik
misyonlarının terörist saldırıların hedefi olduğunu ve başvuranın Kenya’da
bulunmasının büyük bir güvenlik riski teşkil ettiğini belirtmiştir. Bu şartlar
altında Kenya Hükümeti, dostane ilişkilere sahip olduğu Yunanistan’ın,
Kenya’yı, bilerek şüphe ve saldırı riski altında bırakacak böylesine zor bir
durumla karşı karşıya getirmesini hayretle karşılamıştır. Yunanistan
Büyükelçisi’nin olaylardaki rolüne atıfta bulunan Kenya Hükümeti,
Büyükelçinin güvenilirliği hakkında ciddi çekinceleri olduğunu belirterek derhal
geri çağırılması talebinde bulunmuştur.
Kenya Dışişleri Bakanı, ayrıca, Kenya yetkililerinin, başvuranın
yakalanışında hiçbir rolü olmadığını ve son istikametine ilişkin bir seçim yapma
hakları bulunmadığını eklemiştir. Bakan, başvuranın ayrılışı sırasında Türk
güvenlik güçleri tarafından düzenlenen herhangi bir operasyona ilişkin
bilgilendirilmemiştir ve bu konuda Kenya ve Türk Hükümetleri arasında
herhangi bir görüşme yapılmamıştır.
17. Nairobi’deki son gününde, Kenya Dışişleri Bakanı ile bir görüşmeden
dönen Yunanistan Büyükelçisi tarafından bilgilendirilen başvurana, kendi
seçeceği bir güzergaha doğru ayrılmakta özgür olduğu ve Hollanda’nın da
kendisini kabul etmeye hazır olduğu söylenmiştir.
Kenyalı görevliler, 15 Şubat 1999 tarihinde, başvuranı havaalanına
götürmek için Yunanistan Büyükelçiliği’ne gitmişlerdir. Yunanistan
Büyükelçisi, başvurana havaalanına kadar şahsen eşlik etmek istediğini söylemiş
ve bunun üzerine, Kenyalı görevliler ile Büyükelçi arasında bir tartışma
çıkmıştır. Sonunda başvuran, Kenyalı görevlinin kullandığı bir araca binmiştir.
Havaalanına giderken, başvuranın seyahat etmekte olduğu araç, konvoyu terk
etmiş ve Nairobi Havaalanı’nın uluslararası transit alanında görevli güvenlik
personeli için ayrılan bir yolu takip ederek, başvuranı, içinde Türk görevlilerin
beklemekte olduğu bir uçağa götürmüştür. Daha sonra, başvuran, yaklaşık saat
20.00 sıralarında uçağa binmesinin ardından yakalanmıştır.
18. Türk ulusal mahkemelerince başvuran hakkında yedi tutuklama emri
çıkartmıştı ve kendisi Đnterpol tarafından da bir arama bülteni ile (“kırmızı
bülten”) aranmakta idi. Bu belgelerin her birinde, başvuran, ülkenin toprak
7
bütünlüğüne zarar vermek için silahlı bir örgüt kurmakla ve birçok ölüme neden
olan çeşitli terörist eylemleri kışkırtmakla suçlanmaktaydı.
Başvuranın yakalandığı andan itibaren, Kenya’dan Türkiye’ye olan
yolculuk boyunca, kendisine askeri bir doktor eşlik etmiştir. Öcalan’ın polis
tarafından kullanılmak üzere uçakta çekilen video kasetleri ve fotoğrafları
basına sızdırılarak yayımlanmıştır. Bu sırada, Đmralı Cezaevi’nde tutulan
hükümlüler, diğer cezaevlerine transfer edilmiştir.
19. Türk görevlilerin maske taktığı anlar dışında, uçuş boyunca
başvuranın gözleri bağlı tutulmuştur. Görevliler maskelerini takar takmaz,
Öcalan’ın gözlerindeki bağ da açılmıştır. Hükümet’e göre, uçak Türk hava
sahasına girer girmez sözkonusu bağ çözülmüştür.
Başvuran, 16 Şubat 1999 tarihinde, Đmralı Cezaevi’nde gözaltına
alınmıştır. Türkiye’de, havaalanından Đmralı Cezaevi’ne götürülürken,
başvurana bir başlık giydirilmiştir. Türkiye’deki Đmralı Adası’nda çekilen
fotoğraflarda, başvurana başlık takılmadığı ya da gözlerinin bağlanmadığı
görülmektedir. Daha sonra başvuran, muhtemelen Nairobi’deki Yunanistan
Büyükelçiliği’nde, kendisine sakinleştirici verildiğini söylemiştir.
B. Đmralı adasındaki polis gözetimi
20. 16 Şubat 1999 tarihinden itibaren, başvuran, güvenlik güçleri
tarafından sorgulanmıştır. 20 Şubat 1999 tarihinde bir yargıç, dava dosyasındaki
bilgilere dayanarak, sorgulamanın tamamlanmamış olması sebebiyle başvuranın
üç gün daha polis gözetiminde kalması gerektiğine karar vermiştir.
21. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcı ve Yargıçları, 21 Şubat
1999 tarihinde, Đmralı Adası’na gelmiştir.
22. Başvurana göre, ailesi tarafından tayin edilen on altı avukat, kendisi
ile görüşmek için 22 Şubat 1999 tarihinde, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne izin
için başvurmuştur. Kendilerine sözlü olarak sadece bir avukatın görüşmesine
izin verileceği bildirilmiştir. 23 Şubat 1999 tarihinde, Mudanya’ya (Đmralı
adasına gidiş için kullanılan liman) giden avukatlara, idari yetkililer tarafından,
başvuranı ziyaret edemeyecekleri söylenmiştir. Başvuran, ayrıca, avukatlarının,
sivil polislerin kışkırtması ya da en azından zımni onayı ile kalabalık tarafından
taciz edildiğini ileri sürmüştür.
23. Başvuran gözaltına alınır alınmaz Đmralı Adası askeri yasak bölge ilan
edilmiştir. Başvurana göre, kendi davasıyla ilgili güvenlik düzenlemeleri,
Mudanya’da oluşturulan bir “kriz masası” tarafından yürütülmüştür. Avukatların
ve diğer ziyaretçilerin başvuranla görüşmesine izin verilmesi sorumluluğu kriz
masasına verilmiştir. Hükümet’e göre, başvuranın güvenliğini sağlamak için
özel önlemler alınmıştır. Başvuranın hayatına kastedebilecek çok sayıda
düşmanı vardır. Yine Hükümet’e göre, avukatların üzeri güvenlik nedeniyle
aranmıştır.
8
24. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı, 22 Şubat 1999 tarihinde,
başvuranı sorgulamış ve bir sanık olarak ifadesini almıştır. Başvuran, savcıya,
PKK örgütünün kurucusu ve halihazırdaki lideri olduğunu söylemiştir. Önceleri,
kendisinin ve PKK’nın amacının bağımsız bir Kürt Devleti kurmak olduğunu,
ancak zamanla amaçlarının değiştiğini ve Cumhuriyet’in kurulmasında önemli
bir rol oynayan Kürtlerin özgür bir halk olarak iktidarı paylaşmasını sağlamaya
çalıştıklarını ifade etmiştir. Başvuran, köy korucularının, PKK’nın ana
hedeflerinden biri olduğunu itiraf etmiştir. Ayrıca başvuran, PKK’nın özellikle
1987 yılından itibaren sivil halka karşı şiddet yöntemleri uygulandığını
onaylamış; kendisinin kişisel olarak bu yöntemlere karşı olduğunu ifade etmiş
ve bunların kullanımını engellemeyi denediğini, ancak sonuç elde edemediğini
açıklamıştır.
Başvuran, savcıya, PKK içinde güç elde etmek isteyen çetebaşlarının Kürt
nüfusa baskı uyguladığını söylemiştir; bu kişilerin bazıları PKK tarafından
yargılanarak suçlu bulunmuş ve başvuranın kendi onayı ile cezaları infaz
edilmiştir. Başvuran, PKK’nın eylemleri sonucunda ölen ya da yaralanan
insanların sayısı konusunda Türk Hükümeti’nin tahminlerinin oldukça doğru
olduğunu, kesin rakamın daha yüksek olabileceğini ve saldırı emirlerini PKK
tarafından sürdürülen silahlı mücadelenin bir parçası olarak kendisinin verdiğini
söylemiştir. 1993 yılında Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Özal’ın, kendisine bir
Kürt lider olan Celal Talabani tarafından iletilen talebi üzerine, ateşkes ilan
etmeye karar verdiğini eklemiştir. Ayrıca, başvuran, savcıya, 9 Ekim 1998
tarihinde Suriye’yi terk etmesinin ardından, önce Yunanistan’a, sonra Rusya ve
Đtalya’ya gittiğini söylemiştir. Son iki ülkenin siyasi iltica talebini reddetmesini
takiben, başvuran, Yunan Gizli Servisi tarafından Kenya’ya götürülmüştür.
C. Başvuranın yargıç karşısına çıkartılması ve yargı öncesi
tutukluluk
25. Başvuran, 23 Şubat 1999 tarihinde, yargılanma boyunca tutuklu
kalmasına karar veren Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Yargıcı’nın
karşısına çıkartılmıştır. Başvuran bu karara karşı Devlet Güvenlik
Mahkemesi’ne başvuruda bulunmamıştır. Başvuran, Yargıç karşısında daha
önce savcıya vermiş olduğu ifadesini tekrarlamıştır. Başvuran, PKK içinde
alınan kararların, örgütün lideri ve kurucusu olarak, onaylanmak üzere,
kendisine sunulduğunu ifade etmiştir. 1973-1977 yılları arasında PKK’nın
eylemleri siyasi nitelikteydi. 1977 ve 1978 yıllarında, PKK, ağalara (geniş arazi
sahipleri) silahlı saldırılar düzenlemiştir. 1979 yılında, başvuran, Lübnan’a
yaptığı ziyaretten sonra paramiliter hazırlıklara başlamıştır. PKK, 1984 yılından
beri, Türkiye’de silahlı mücadele vermektedir. Bölge liderleri silahlı eylemleri
belirlemiş ve başvuran da bu tür eylemler için genel planı onaylamıştır.
Başvuran, örgütün tamamına yönelik stratejik ve taktik kararlar almıştır. Đlgili
birimler de alınan bu kararları uygulamıştır.
9
D. Adli soruşturma sırasında dış dünya ile temas ve Đmralı
Cezaevi’ndeki şartlar
26. Başvuranın Türkiye’ye gelmesinden bir gün sonra, Türk avukatı
Feridun Çelik, müvekkili ile görüşmek istemiştir. Avukatın Diyarbakır Đnsan
Hakları Derneği’nden çıkması, güvenlik güçleri tarafından engellenmiş ve diğer
yedi avukat ile birlikte tutuklanmıştır.
27. 17 Şubat 1999 günü Đstanbul Havaalanı’ndaki Türk yetkililer Böhler,
Prakken ve ortakları Koppen’in başvuranı ziyaret etmek amacıyla Türkiye’ye
girişlerine, başvuranı Türkiye’de temsil etme yetkileri bulunmadığı ve de
Böhler’in geçmişinin (Türkiye’nin çıkarlarına aykırı kampanyalar
yürüttüğünden ve PKK tarafından organize edilen mitinglerde yer aldığından
şüphelenilmekteydi) kamu düzeni aleyhinde risk doğurduğu gerekçesiyle izin
vermemiştir.
28. Başvuran, 25 Şubat 1999 tarihinde, kendisini görmek isteyen 16
avukattan ikisiyle, Z. Okçuoğlu ve H. Korkut ile görüşebilmiştir. Đlk görüşme bir
yargıcın ve maskeli güvenlik güçlerinin varlığında gerçekleşmiştir. Güvenlik
güçleri, görüşmenin 20 dakikayı aşmaması gerektiğine karar vermiştir.
Sözkonusu görüşmenin tutanakları, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne
sunulmuştur. Başvuranın diğer temsilcileri Mahkeme huzurunda temsil yetkisi
tanıyan vekaletnamelerini imzalatma ve müvekkillerini daha sonra görme iznini
elde etmişlerdir.
29. Başvuranın yakalandığı 15 Şubat 1999 ile yargılamanın başladığı 24
Nisan 1999 tarihleri arasında yürütülen hazırlık soruşturması sırasında,
başvuran, avukatları ile 12 özel görüşme yapmıştır. Bu görüşmelerin tarihleri ve
süreleri şöyledir: 11 Mart (45 dk), 16 Mart (1 saat), 19 Mart (1 saat), 23 Mart
(57 dk), 26 Mart (1 saat, 27 dk), 2 Nisan (1 saat), 6 Nisan (1 saat), 8 Nisan (61
dk), 12 Nisan (59 dk), 15 Nisan (1 saat), 19 Nisan (1 saat) ve 22 Nisan (1 saat).
30. Başvurana göre, avukatıyla yaptığı görüşmeler cam panellerin
arkasından izlenmekte ve video kamera ile filme alınmaktaydı. Đlk iki kısa
ziyaretten sonra, başvuranın avukatlarıyla görüşmeleri, haftada iki defa bir saat
süreli ziyaretlerle sınırlandırılmıştır. Her ziyarette avukatların üzeri beş kere
aranmış ve kendilerinden detaylı bir form doldurmaları istenmiştir. Aynı şekilde,
başvurana göre, kendisinin ve avukatlarının bu görüşmeler esnasında belge
alışverişinde bulunmalarına ya da not almalarına izin verilmemiştir. Başvuranın
avukatları (savcı tarafından düzenlenen iddianame dışında) ne dava dosyasından
bir fotokopiyi, ne de savunmayı hazırlamada yardımcı olabilecek başka bir
dokümanı başvurana veremediler.
31. Hükümet’e göre, başvurana, avukatlarının ziyaretlerinin sayısı ve bu
ziyaretlerin süresine ilişkin bir sınırlama getirilmemiştir. Odada bulunan bir
yargıç ile güvenlik güçlerinin denetimi altında gerçekleşen ilk ziyaret dışında,
10
görüşmeler, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nda öngörülen kısıtlamalara
uygun olarak gerçekleşmiştir. Güvenliklerini sağlamak için avukatlar, Đmralı
Adası’na, özel bir rıhtımdan kalkan bir gemi ile götürülmüşlerdir. Kendilerine,
rıhtımın yakınında otel odaları ayırtılmıştır. Aynı şekilde, Hükümet’e göre,
başvuranın yazışmalarına herhangi bir kısıtlama getirilmemiştir.
32. Bu arada, 2 Mart 1999 tarihinde, Avrupa Đşkencenin ve Gayriinsani ya
da Küçültücü Ceza veya Muamelenin Önlenmesi Komitesi (“AĐÖK”) üyeleri,
Đmralı Cezaevi’ni ziyaret etmiştir. Türk Hükümeti yetkililerine gönderdikleri 22
Mart 1999 tarihli bir mektupta, başvuranın fiziksel sağlığının yerinde olduğunu
ve hücresinin rahat olduğunu belirtmişlerdir. AĐÖK, başvuranın tek başına bir
hücrede tutulmasının ve açık havaya sınırlı çıkışının psikolojisini olumsuz
etkileyebileceğine Hükümet’in dikkatini çekmiştir.
33. AĐÖK üyelerinin başvuranın tek mahkum olduğu Đmralı Cezaevi’ne
bir sonraki ziyareti 2-14 Eylül 2001 tarihlerinde Türkiye’yi ziyaretleri
kapsamında gerçekleşmiştir. Heyet üyeleri, başvuranın kaldığı hücrenin bir
mahkum için yeteri kadar geniş olduğunu ve içinde bir yatak, masa, koltuk, ve
kitaplık bulunduğunu tespit etmişlerdir. Ayrıca bir kliması, tuvalet ve banyo
imkanları ile avluya bakan bir penceresi vardır. Başvuranın kitaplara, gazetelere
ve bir radyoya ulaşma imkanı vardı, ancak televizyona ya da bir telefona
ulaşamamaktaydı. Bunun yanı sıra, günde iki kere, doktorlar tarafından tıbbi
kontrolden geçirilmekte ve esasen, avukatları, haftada bir kere kendisini ziyaret
etmekteydi.
34. AĐÖK, 16-17 Şubat 2003 tarihindeki ziyaretinde, avukatları ve aile
üyelerinin başvurana yapacakları ziyaretlerin sık sık kötü hava koşulları ve
yetersiz ulaşım araçları nedeniyle iptal edildiğini not etmiştir.
E. Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki Yargılama
35. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı, 24 Nisan 1999 tarihinde
sunduğu (ve 1989 ile 1998 yılları arasında çeşitli savcılıklar tarafından
başvuranın gıyabında hazırlanan diğer iddianamelerle birleştirilen) iddianame
ile, başvuranı, ulusal toprakların bir kısmını bölmek amacıyla eylem
düzenlemekle suçlamıştır. Savcı, Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi
gereğince başvuranın ölüm cezasına çarptırılmasını talep etmiştir.
36. Dava dosyası, başvuran aleyhinde farklı Devlet Güvenlik
Mahkemeleri önünde görülen yedi ayrı dava dosyasının birleştirilmesi suretiyle
17.000 sayfadan oluşmuştur. 7 Mayıs 1999 tarihinde başvuranın avukatlarının
dava dosyasına ve iddianameye ulaşmaları sağlanmıştır. Adli makamlar, dava
dosyasının bir kopyasını temin edemedikleri için, başvuranın avukatları, kendi
getirdikleri fotokopi makinesi ile 15 Mayıs 1999 tarihinde dosyanın
kopyalanmasını tamamlamıştır. Đddia makamı, başvuranın Kenya’da yakalanışı
ve Türkiye’ye getirilişi hakkındaki bilgiler gibi bazı belgeleri dava dosyasına
eklemeyi ihmal etmiştir.
11
37. Başvuranın gıyabında, 24 Mart ve 30 Mart 1999 tarihlerinde
Ankara’da yapılan ilk iki duruşmada, üçüncü tarafların davaya müdahil olarak
katılma başvuruları veya Đmralı Adası’nda yapılacak duruşmalara hazırlık olarak
ve tarafların davaya katılmasını ve davayı halkın izlemesini sağlamak için
oluşturulacak önlemler gibi usuli sorunlar ele alınmıştır. Hükümet’e göre,
başvuranın avukatlarının, 24 Mart 1999 tarihinde, Ankara’daki ilk duruşmadan
çıktıktan sonra, polis tarafından taciz edildiğine yönelik iddialar hakkında bir
ceza soruşturması açılmıştır.
38. Devlet Güvenlik Mahkemesi, 31 Mayıs ile 29 Haziran 1999 tarihleri
arasında, Đmralı Adası’nda, başvuranın da katıldığı sekiz duruşma yapmıştır.
Başvuran, diğer hususların yanında, mahkemeye, daha önce savcıya ve yargıca
verdiği ifadelere bağlı kaldığını söylemiştir. Başvuran, PKK’nın en üst düzey
üyesi ve örgütün lideri olduğunu, örgüt üyelerine belirli eylemler yapmaları için
talimat verdiğini doğrulamıştır. Başvuran, tutuklandığından beri kötü
muameleye maruz kalmadığını veya hakarete uğramadığını ifade etmiştir.
Başvuranın temsilcileri, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin, AĐHS’nin 6. maddesi
uyarınca bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olarak algılanamayacağını ileri
sürmüştür. Başvuran, kendi adına, mahkemenin yargı yetkisini kabul ettiğini
belirtmiştir.
39. Başvuran, Kürt sorunu ile bağlantılı şiddet eylemlerinin sona
erdirilmesi için Türk Devleti ile işbirliği yapmaya hazır olduğunu söyleyerek,
PKK’nın silahlı mücadelesini durduracağına söz vermiştir. “Barış ve kardeşlik
için çalışmak ve bu amaca Türkiye Cumhuriyeti dahilinde ulaşmak” istediğini
belirtmiştir. Önceleri Kürt kökenli nüfusun bağımsızlığı için silahlı mücadeleyi
öngörmüş olmasına rağmen, bunun, Hükümet’in Kürt kökenli nüfus üzerinde
uyguladığı siyasi baskıya bir tepki olduğunu belirtmiştir. Koşullar değişince
farklı bir yaklaşım uygulamaya karar verdiğini ve taleplerini özerklikle ya da
Kürtlerin kültürel haklarının demokratik bir toplum içerisinde tanınmasıyla
sınırladığını belirtmiştir. PKK’nın genel stratejisi için siyasi sorumluluğu kabul
ettiğini, ancak PKK’nın açıklanan politikasının ötesine giden şiddet eylemleri ile
ilgili cezai sorumluluğu reddettiğini beyan etmiştir. Hükümet ve PKK arasındaki
yakınlaşmayı vurgulamak amacıyla, PKK ile müzakereleri yürüten Hükümet
yetkililerinin, savunma için tanık olarak dinlenmesini talep etmiştir. Bu talep,
Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından reddedilmiştir.
40. Başvuranın avukatlarının, daha fazla kanıt toplayabilmek için ek belge
sunulması veya daha fazla soruşturma yapılması talepleri, Devlet Güvenlik
Mahkemesi tarafından geciktirme taktiği olarak değerlendirilip reddedilmiştir.
41. Başvuranın avukatları, müvekkilleri ile yaptıkları görüşmelere ilişkin
kısıtlamalar ve zorluklarla ilgili olarak Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne şikayette
bulunmuştur. Öğle yemeği aralarında müvekkilleri ile müzakerede bulunma
talepleri, 1 Haziran 1999 tarihinde yapılan duruşmada, Devlet Güvenlik
Mahkemesi tarafından kabul edilmiştir.
12
Avukatlar, 3 Haziran 1999 tarihinde yapılan duruşmaya katılmamıştır.
Talepleri üzerine, bu duruşmanın tutanakları ve dosyaya konan belgelerin
kopyaları, 4 Haziran 1999 tarihinde başvurana ve avukatlarına sunulmuştur.
Başvuranın avukatlarından biri, sakin bir ortam oluşturduğu için Devlet
Güvenlik Mahkemesi’ne teşekkür etmiştir.
42. Đddia makamı, 8 Haziran 1999 tarihinde nihai görüşlerini sunmuş ve
Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi uyarınca, başvuranın, ölüm cezasına
çarptırılmasını talep etmiştir.
Başvuranın avukatları, nihai görüşlerini hazırlamak için 1 aylık erteleme
talep etmiştir. Devlet Güvenlik Mahkemesi, azami yasal süre olan 15 güne izin
vermiştir.
43. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 18 Haziran 1999 tarihinde,
Anayasa’nın 143. maddesini değiştirerek, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden
askeri yargıç ve savcıları çıkarmıştır. 22 Haziran 1999 tarihinde, Devlet
Güvenlik Mahkemeleri Kanunu’nda da benzer değişiklikler yapılmıştır.
Askeri yargıç yerine görevlendirilen yeni yargıç, ilk defa 23 Haziran 1999
tarihinde, duruşmada görev almıştır. Devlet Güvenlik Mahkemesi, yeni yargıcın,
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 381 § 2. maddesi gereğince, dava
dosyasını ve duruşma tutanaklarını okuduğunu, başlangıçtan beri yargılama
işlemlerini takip ettiğini ve duruşmalara katıldığını belirtmiştir.
Başvuranın avukatları, dava ile önceki bağlantısı nedeniyle,
görevlendirilen sivil yargıca itiraz etmiştir. Davadan alınması için yaptıkları
başvuru, Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından reddedilmiştir.
45. Aynı duruşmada, başvuranın avukatları, suçlamalara karşı başvuranın
esasa ilişkin savunmasını sunmuştur.
46. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi, 29 Haziran 1999 tarihinde,
başvuranın nihai savunmasını dinledikten sonra, başvuranı, Türkiye’nin toprak
bütünlüğünü bozmaya yönelik eylem düzenlemek ve bu amaçla silahlı bir terör
örgütü eğitip yönetmek suçlarından suçlu bulmuştur. Sözkonusu mahkeme,
Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi gereğince, başvuranı, idam cezasına
çarptırmıştır. Devlet Güvenlik Mahkemesi, başvuranın, Marksist-Leninist
ideolojiye dayanan siyasi rejime sahip bir Kürt Devleti oluşturmak için Türkiye
Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü bozma amacı taşıyan bir örgütün kurucusu
ve lideri olduğuna karar vermiştir. Devlet Güvenlik Mahkemesi, başvuranın
verdiği ve onun emirleri ile talimatlarına dayanan kararların ardından, PKK
tarafından birçok silahlı saldırı, bombalı saldırı, sabotaj ve silahlı soygun
düzenlediğinin ve bu şiddet eylemleri sırasında binlerce sivilin, askerin, polis
memurunun, köy korucusunun ve memurun öldürüldüğünün tespit edildiğini
belirtmiştir. Mahkeme, şiddet eylemlerinin pek çok sayıda olması ve ciddiyetini,
bunların neden olduğu -yaşlıları, kadınları ve çocukları da kapsayan- binlerce
ölümü ve bu tür eylemlerin ülke için oluşturduğu ciddi tehdidi dikkate alarak,
idam cezasının müebbet hapse çevrilmesine izin verecek hafifletici sebeplerin
varlığını kabul etmemiştir.
13
F. Temyiz Başvurusu
47. Başvuran, cezanın ağırlığı sebebiyle, herhalükarda kendiliğinden
Yargıtay incelemesine tabi tutulacak olan, yukarıda belirtilen idam kararına
karşı temyiz başvurusunda bulunmuştur.
48. Yargıtay, 22 Kasım 1999 tarihinde aldığı ve 25 Kasım 1999 tarihinde
açıkladığı kararla, 29 Haziran 1999 tarihinde verilen cezayı tüm yönleri ile
onamıştır. Yargıtay, yeni yargıcın yargılama işlemlerini başından beri izlediği ve
kanunun, işlemlerin, değişiklik sırasında kaldıkları noktadan devam etmesini
öngördüğü dikkate alındığında, yargılama sırasında askeri yargıç yerine sivil
yargıç atanmasının, yargılamanın o ana kadar olan aşamalarının tekrarlanmasını
gerektirmediğine karar vermiştir. Yargıtay ayrıca, kanunen, Ankara Devlet
Güvenlik Mahkemesi’nin, güvenlik nedenlerini de kapsayan birçok nedenle,
duruşmalarını, yetkili olduğu bölge dışında yapma yetkisine sahip olduğunu
vurgulamıştır.
49. Yargıtay, davanın esasıyla ilgili olarak, başvuranın, PKK’nın
kurucusu ve başkanı olduğuna dikkat çekmiştir. PKK’nın amacına ve
eylemlerine, yani bu örgütün silahlı bir mücadelenin ardından Türkiye’den
kopartılacak bir toprak parçası üzerinde bir Kürt Devleti kurmayı amaçlamakta
olduğuna ve bu amaçla Silahlı Kuvvetler’e, sanayi kuruluşlarına ve turistik
tesislere Devletin otoritesini zayıflatma ümidiyle silahlı saldırı ve sabotaj
düzenlediğine atıfta bulunmuştur. PKK’nın kontrolü altında işleyen bir siyasi
(ERNK) ve bir de askeri (ARNK) kanat da bulunmaktadır. Gelirini daha çok
“vergilerden”, “para cezalarından”, bağışlardan, aidatlardan, silahlı soygun, silah
kaçakçılığı ve uyuşturucu kaçakçılığı gelirlerinden elde etmektedir. Yargıtay’a
göre, başvuran, bu üç grubun hepsinin liderliğini yapmıştır. Başvuran, parti
konferanslarında yaptığı konuşmalarda, radyo ve televizyon programlarında ve
eylemcilerine verdiği emirlerde, destekçilerine, şiddete başvurmaları talimatını
vermiş, çarpışma taktiklerini belirlemiş, talimatlarına uymayanlara cezalar
vermiş ve sivil halkı, söylemleri eyleme geçirmeleri için kışkırtmıştır. PKK
tarafından, 1978 yılından başvuranın yakalanmasına kadar geçen sürede
düzenlenen şiddet eylemleri sonucunda (toplam 6.036 silahlı saldırı, 3.071
bombalı saldırı, 388 silahlı soygun ve 1.046 adam kaçırma) 4.472 sivil, 3.874
asker, 247 polis memuru ve 1.225 köy korucusu hayatını kaybetmiştir.
50. Yargıtay, başvuran tarafından kurulan ve yönetilen PKK’nın, ülkenin
bütünlüğüne karşı büyük, ciddi ve acil bir tehdit oluşturduğuna karar vermiştir.
Başvuranın suçlandığı eylemlerin, Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi
gereğince suç sayıldığına ve bu hükmün uygulanması için – PKK’nın kurucusu
ve başkanı ve bu örgütün düzenlediği şiddet eylemlerinin müsebbibi olan –
başvuranın, şahsen bir silah kullanmasının gerekli olmadığına hükmetmiştir.
G. Đdam Cezasının Müebbet Hapse Çevrilmesi
14
51. Anayasa’nın 38. maddesi, Ekim 2001’de değiştirilerek ölüm cezasının
savaş hali veya çok yakın savaş tehdidi altında ya da terör suçları dışında
verilmesi ya da uygulanmasına son verilmiştir.
9 Ağustos 2002 tarihinde yayınlanan 4771 sayılı kanun ile, Türkiye
Büyük Millet Meclisi, diğer hususlar meyanında, barış zamanında (yani savaş
hali ve çok yakın savaş tehdidi dışında) ölüm cezasını kaldırmaya ve Ceza
Kanunu da dahil ilgili mevzuatta gerekli değişiklikleri yapmaya karar vermiştir.
Yapılan değişiklikler sonucunda, terör suçu nedeniyle verilen idam cezası
müebbet hapse çevrilen bir hükümlü, hayatının geri kalan kısmını cezaevinde
geçirmelidir.
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi, 3 Ekim 2002 tarihli bir kararla,
başvurana verilen idam cezasını müebbet hapse çevirmiştir. Mahkeme,
başvuranın Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesi uyarınca suçlandığı eylemlerin
barış zamanında işlendiği ve terör eylemleri oluşturduğu hükmüne varmıştır.
Mecliste temsilcileri bulunan bir siyasi parti olan Milliyetçi Hareket
Partisi, barış zamanında terör suçlarından suçlu bulunan kişilere verilen idam
cezalarının kaldırılması hükmü de dahil olmak üzere 4771 sayılı Kanun’un bazı
hükümlerinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunmuştur.
Anayasa Mahkemesi 27 Aralık 2002 tarihli bir kararla bu başvuruyu
reddetmiştir.
II. ĐLGĐLĐ ĐÇ VE ULUSLARARASI HUKUK VE UYGULAMA
A. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne Đlişkin Hükümler
52. Anayasa’nın 18 Haziran 1999 tarihinde değiştirilmesinden önce, 143.
maddede Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin bir başkan, iki asil ve iki yedek
üyeden oluştuğu belirtilmekteydi. Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin Başkanı, bir
asil ve bir yedek üyesi sivil yargıç, diğer asil ve yedek üye ise askeri yargıç
oluyordu.
53. Anayasa’nın, 18 Haziran 1999 tarih ve 4388 sayılı Kanun’la
değiştirilen 143. maddesi uyarınca:
“... Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde bir başkan, iki asil ve bir yedek üye
ile Cumhuriyet Savcısı ve yeteri kadar Cumhuriyet Savcı Yardımcısı bulunur.
Başkan, iki asil ve bir yedek üye ile Cumhuriyet Savcısı, birinci sınıfa
ayrılmış yargıç ve Cumhuriyet Savcıları arasından; Cumhuriyet Savcı
Yardımcıları ise, diğer Cumhuriyet Savcıları arasından Yargıçlar ve Savcılar
Yüksek Kurulu’nca özel kanunda gösterilen usule göre 4 yıl için atanırlar; süresi
bitenler yeniden atanabilirler...”
15
54. Devlet Güvenlik Mahkemeleri hakkındaki 2845 sayılı Kanun’da
yargıç ve Cumhuriyet Savcılarının atanmasına ilişkin gerekli değişiklikler, 22
Haziran 1999 tarih ve 4390 sayılı Kanun ile yapılmıştır. 4390 sayılı Kanun’un
geçici birinci maddesi gereğince, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde görev
yapan Askeri Hakim ve Savcıların görev süreleri, bu Kanun’un
yayınlanmasından itibaren sona erer (22 Haziran 1999). Aynı Kanun’un geçici
üçüncü maddesi uyarınca, Devlet Güvenlik Mahkemeleri önünde görülen
davalar, kanunun yayınlandığı tarihte davanın gelmiş olduğu aşamadan devam
eder.
B. Türk Ceza Kanunu’nun 125. Maddesi
“Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir Devletin
hakimiyeti altına koymaya veya Devletin istiklalini tenkise veya birliğini
bozmaya veya Devletin hakimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını
Devlet idaresinden ayırmağa matuf bir fiil işleyen kimse ölüm cezası ile
cezalandırılır.”
C. Tutuklamanın Yasallığının Đncelenmesi
55. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 128. maddesinin 4. fıkrası (18
Kasım 1992 tarih ve 3842/9 sayılı kanun ile değişik) uyarınca, yakalanan
ve/veya bir savcı tarafından hakkında gözaltı süresinin uzatılması emri verilen
bir kimse sözkonusu karara karşı ilgili Sulh Hakimi’ne başvurabilir ve serbest
bırakılmayı sağlayabilir.
56. Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat
Verilmesi Hakkındaki 466 Sayılı Kanun’un 1. maddesi uyarınca:
“(1) Anayasa ve diğer kanunlarda gösterilen hal ve şartlar dışında
yakalanan veya tutuklanan veyahut tutukluluklarının devamına karar verilen;
(2) Yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar
kendilerine yazılı olarak hemen bildirilmeyen;
(3) Yakalanıp veya tutuklanıp da kanuni süresi içinde yargıç önüne
çıkarılmayan;
(4) Yargıç önüne çıkarılmaları için kanunda belirtilen süre geçtikten sonra
yargıç kararı olmaksızın hürriyetlerinden yoksun kılınan;
(5) Yakalanıp veya tutuklanıp da bu durumları yakınlarına hemen
bildirilmeyen;
(6) Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında
kovuşturma yapılmasına veya soruşturma açılmasına yer olmadığına veyahut
beraatlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen;
16
(7) Mahkum olup da tutuklu kaldığı süre hükümlülük süresinden fazla
olan veya tutuklandıktan sonra sadece para cezasına mahkum edilen kimselerin
uğrayacakları her türlü zararlar, bu kanun hükümleri dairesinde Devletçe
ödenir”.
57. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 144. maddesi uyarınca,
kural olarak, yakalanan veya tutuklu bulunan kişi vekaletname aranmaksızın
yasal temsilcisi ile her zaman özel görüşme yapabilir. Sözkonusu dönemde
Devlet Güvenlik Mahkemelerinde görülen davalarda, 144. maddenin 18 Kasım
1992 tarihli değişiklikten önceki haliyle örtüşen hükmü uygulanmaktaydı.
Sözkonusu hükme göre, ceza yargılaması başlamadan önce sanık ile avukat
arasında yapılacak görüşmelerde devletin adli servisinden bir yetkili
bulunabilmekteydi.
D. Avrupa Konseyi ve Ölüm Cezası
58. AĐHS’nin 6 No’lu Protokol’ü uyarınca (1. madde): “Ölüm cezası
kalkacaktır. Hiç kimse bu cezaya çarptırılamaz ve idam edilemez”. 6 No’lu
Protokol’ün 2. maddesi ise şu şekildedir:
“Bir devlet, yasalarında, savaş veya yakın savaş tehlikesi zamanında
işlenmiş olan fiiller için ölüm cezasını öngörebilir; bu ceza, ancak yasanın
belirlediği hallerde ve onun hükümlerine uygun olarak uygulanabilir. Đlgili
Devlet, sözkonusu yasanın bu duruma ilişkin hükümlerini Avrupa Konseyi
Genel Sekreteri’ne bildirir.”
6 No’lu Protokol Avrupa Konseyi’nin kırk dört üyesi tarafından
onaylanmış ve diğer iki ülke (Monako ve Rusya) tarafından imzalanmıştır.
Ölüm cezasının her şart altında kaldırılmasını öngören AĐHS’nin 13 No’lu
Protokol’ü, 3 Mayıs 2002 tarihinde imzaya açılmıştır. 13 No’lu Protokol’ün
Önsözü uyarınca:
“Aşağıda imzası bulunan Avrupa Konseyi üyesi Devletler,
Demokratik bir toplumda herkesin yaşama hakkının temel bir değer
olduğu ve ölüm cezasının kaldırılmasının bu hakkın korunmasında ve tüm
insanların niteliğinden doğan onurun tam olarak tanınmasında büyük önem
taşıdığı inancıyla;
Roma’da 4 Kasım 1950’de imzalanan Đnsan Hakları ve Temel
Özgürlüklerinin Korunmasına Đlişkin Sözleşme’nin (aşağıda “Sözleşme” diye
anılmıştır) teminat altına aldığı yaşama hakkının korunmasını güçlendirmek
dileğiyle;
17
Strazburg’da 28 Nisan 1983’te imzalanan Sözleşme’ye Ek, Ölüm
Cezasının Kaldırılmasına Dair 6. Protokol’ün savaş ya da yakın savaş tehlikesi
zamanında işlenmiş olan fiiller için verilen ölüm cezalarını sözleşme dışı
tuttuğunu gözönünde bulundurarak;
Ölüm cezasını tüm koşullarda kaldırmak için son adımı atmaya karar
vererek,
Aşağıdaki hususlarda anlaşmışlardır…”
13 No’lu Protokol’ün 1. maddesine göre:
“Ölüm cezası kaldırılacaktır. Hiç kimse bu cezaya çarptırılamaz ve idam
edilemez.”
13 No’lu Protokol Avrupa Konseyi’nin kırk üç üyesi tarafından
imzalanmış ve yirmi dokuz üye tarafından onaylanmıştır. Onuncu üyenin
onaylamasından sonra, 1 Temmuz 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Avrupa
Konseyi’ne üye üç Devlet (Ermenistan, Azerbaycan ve Rusya) henüz anılan
Protokol’ü imzalamamıştır.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin ‘Her Türlü Koşulda Đdam
Cezasının Kaldırılması Hakkında Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesi’ne Protokol
Taslağı” hakkındaki 233 No’lu (2002) Görüş’ünde aşağıdaki noktalara atıfta
bulunmuştur:
“...konu hakkında verdiği son kararlarda (“Avrupa: Ölüm Cezasından
Arınmış Bir Kıta” hakkındaki 1187 Sayılı Karar (1999) ve “Avrupa Konseyi
Gözlemci Ülkeleri’nde Ölüm Cezasının Kaldırılması” hakkındaki 1253 Sayılı
Karar (2001)) ölüm cezasının uygulanmasının insanlık dışı ve küçültücü bir ceza
olduğu, en temel hak olan yaşama hakkına yönelik bir ihlal teşkil ettiği ve ölüm
cezasının hukukun üstünlüğü ile yönetilen, uygar, demokratik toplumlarda yeri
olmadığı inancını yinelemiştir” (2. paragraf).
Parlamenterler Meclis ayrıca şunları belirtmiştir :
“Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. cümlesinde halen idam cezası
bulunmaktadır. Bu cümlenin silinmesi ve bu suretle teori ile uygulamanın
birbirine uyumlu hale getirilmesi uzun zamandır Parlamenterler Meclisi’nin ilgi
alanındadır. Bu ilgi, daha modern ulusal anayasalar ve uluslararası anlaşma
metinlerinin bu tür hükümler içermemesi gerçeği ile de güç kazanmıştır.” (5.
paragraf)
18
59. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından, 15 Temmuz 2002
tarihinde yayınlanan “Đnsan Hakları ve Terörle Mücadele Hakkında Đlkeler”in X
§ 2. maddesi uyarınca:
“Terör eylemi nedeniyle hüküm giymiş kişiye hiçbir şart altında ölüm
cezası verilemez; böyle bir cezanın verilmesi halinde, bu ceza infaz edilemez.”
E. Đdam Cezası Đle Đlgili Diğer Uluslararası Gelişmeler
60. Đdam cezasının uygulanması ile ilgili birçok davada, Birleşmiş
Milletler Đnsan Hakları Komitesi, Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar
Sözleşmesi’nin 14. maddesi ile sağlanan güvenceler ihlal edildiği takdirde, infaz
edilen bir ölüm cezasının, Sözleşme’nin ölüm cezasının uygulanmasına izin
veren halleri tanımlayan 6. maddesinin 2. fıkrasına aykırı olacağını belirtmiştir.
Reid/Jamaika (no 250/1987) davasında, Komite şunları ifade etmiştir :
“Sözleşme hükümlerine uyulmaksızın yapılan bir yargılama sonucunda
idam cezasının verilmesi… sözleşmenin 6. maddesine yönelik bir ihlal teşkil
etmektedir. Komite’nin 6(7). genel yorumunda belirttiği üzere, idam cezasının
sadece hukuka uygun olarak ve Sözleşme hükümlerine aykırı olmayacak şekilde
uygulanabileceği hükmü, “bağımsız bir mahkeme tarafından adil yargılanma,
suçluluğu ispat edilene kadar masumiyet karinesi, savunmaya yönelik asgari
güvenceler ve daha yüksek bir mahkemede temyiz hakkı dahil, Sözleşme’de
belirtilen usule ilişkin güvencelere uyulması gerektiğini ifade etmektedir”.
Daniel Mbenge / Zaire (Tebliğ no. 16/1977, 8 Eylül 1977, B.M. Bel. Ek.
no. 40, [A/38/40] 134 [1983]) ve Wright / Jamaika (Tebliğ no. 349/1989, B.M.
Bel. CCPR/C/45/D/349/1989 [1992]) davalarında da Komite benzer
gözlemlerde bulunmuştur.
Amerika Arası Đnsan Hakları Mahkemesi’nin, “Olağan Kanun Yollarının
Güvence Altına Alınması Çerçevesinde Konsüler Yardım Hakkında Bilgi Alma
Hakkı” ile ilgili olarak hazırlanan bir tavsiye görüşünde (1 Ekim 1999 tarihli
Đstişari Görüş OC-16/99), adil prosedür güvencelerinin bazı koşullar altında
idam cezasına izin veren Amerikan Đnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4. maddesi
bakımından adil yargılanma güvencesinin anlamını incelemiştir. Sözkonusu
tavsiye görüşünde şunlar belirtilmiştir:
“134. Amerikan Sözleşmesi’nin 4. maddesine ilişkin daha önce yapılan
bir incelemede (Đdam Cezasına Getirilen Sınırlamalar, 8 Eylül 1983 tarihli
Tavsiye Görüşü OC-3/83, Dizi A, No 3), Mahkeme’nin, ölüm cezasının ‘hiç
kimse keyfi olarak öldürülemez’ kuralı gözetilerek verileceğini ve
uygulanacağını gözlemlediğini hatırlatmak faydalı olacaktır. Uluslararası
Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 6. maddesi ve Sözleşme’nin 4.
19
maddesi, adli usullere çok sıkı bir bağlılık gerektirmekte ve ölüm cezasının
infazını ‘en ağır suçlarla’ sınırlandırmaktadır. Dolayısıyla her iki Sözleşme’de
de idam cezasının infazını sınırlandırmaya ve nihai olarak da kaldırmaya yönelik
bir belirgin bir eğilim vardır.
135. Diğer Amerika Arası ve evrensel belgelerde de belirgin olan bu
eğilim idam cezasının bulunduğu ülkeler için istisnasız olarak, hukuki
güvenceler bakımından en sıkı denetimin uygulanması zorunluluğunu doğuran
uluslararası kabul görmüş bir kural haline gelmiştir. Ölüm cezasına çarptırılmış
bir kişinin çekeceği cezanın özellikle ciddi ve geri dönülmez doğası gözönüne
alındığında, bilgi edinme hakkını gözetme yükümlülüğünün daha da zorunlu bir
hale geldiği görülmektedir. Sağladığı tüm hak ve güvenceler ile olağan kanun
yolları her durumda gözetilirse, her insan hakları sözleşmesinde ve bildirisinde
tanınan ve korunan en yüce hak olan insan hayatının tehlikede olduğu
durumlarda sözkonusu kanun yolları daha da büyük önem kazanmaktadır.
136. Đnfaz edilen ölüm cezasının telafi edilememesi nedeniyle, sözkonusu
güvencelerin ihlal edilmesini ve sonuç olarak insan hayatına keyfi olarak son
verilmesini engellemek için Devletin hukuki güvenceleri en sıkı ve en katı
şekilde uygulaması gerekmektedir”
Amerika Arası Mahkeme, 21 Haziran 2002 tarihli Hilaire, Constantine ve
Benjamine ve Diğerleri/Trinidad ve Tobago kararında şunları ifade etmiştir:
“Ölüm cezasının çok ağır ve telafi edilemez niteliği gözönüne alındığında,
bütün hak ve güvenceleri ile birlikte olağan kanun yolllarına ve sürecine
uyulması daha da önem kazanmaktadır”. (§ 148)
HUKUK
I. AĐHS’NĐN 5. MADDESĐNĐN ĐHLAL EDĐLDĐĞĐ ĐDDĐASI
61. Başvuran, AĐHS’nin 5 §§ 1, 3 ve 4. maddelerinin ihlal edilmesinden
şikayetçi olmuştur. Bu maddelerin ilgili hükümleri şöyledir:
“1. Herkesin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı vardır. Aşağıda belirtilen
haller ve yasada belirlenen yollar dışında hiç kimse özgürlüğünden yoksun
bırakılamaz:
..
(c) Bir suç işlediği hakkında geçerli şüphe bulunan veya suç işlemesine
ya da suçu işledikten sonra kaçmasına engel olmak zorunluluğu inancını
doğuran makul nedenlerin bulunması dolayısıyla, bir kimsenin yetkili merci
önüne çıkarılmak üzere yakalanması ve tutuklu durumda bulundurulması;
20
3. Bu maddenin 1.c fıkrasında öngörülen koşullar uyarınca yakalanan
veya tutuklu durumda bulunan herkes hemen bir yargıç veya adli görev
yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli önüne çıkarılır; kendisinin
makul bir süre içinde yargılanma veya adli kovuşturma sırasında serbest
bırakılma hakkı vardır. Salıverilme, ilgilinin duruşmada hazır bulunmasını
sağlayacak bir teminata bağlanabilir.
4. Yakalama veya tutuklu durumda bulunma nedeniyle özgürlüğünden
yoksun kılınan herkes, özgürlük kısıtlamasının yasaya uygunluğu hakkında kısa
bir süre içinde karar vermesi ve yasaya aykırı görülmesi halinde kendisini
serbest bırakması için bir mahkemeye başvurma hakkına sahiptir.
Hükümet, 5 §§ 1, 3 ve 4 maddeler uyarınca yapılan şikayetlerle ilgili
olarak, iç hukuk yollarının tüketilmediğini iddia etmiştir. Büyük Daire, bu ilk
itirazın 5 § 4 maddesi uyarınca yapılan şikayetin esaslarıyla yakından ilgili
olduğu kanısına varmış ve bu nedenle sözkonusu itirazı, Daire gibi ilk olarak
ilgileneceği şikayetle birlikte incelemeye karar vermiştir.
A. AĐHS’nin 5 § 4 Maddesi
62. Başvuran, AĐHS’nin 5 § 4 maddesinin aksine, gözaltı sürecinin yasaya
uygunluğunun denetleneceği bir kanun yoluna başvurma hakkına sahip
olmadığından şikayetçi olmuştur.
1. Başvuranın görüşleri
63. Başvuran, Büyük Daire’den Daire’nin gözaltının yasallığını
denetleyecek etkili bir hukuk yolu bulunmadığı saptamasını onaylamasını
istemiştir. Başvuran, gözaltının ilk on günü boyunca incommunicado
(dışarıdakilerle görüştürülmeden) tutulduğunu ve avukatlarıyla görüşemediğini
belirtmiştir. Başvuranın, avukatlarının yardımı olmadan itiraz merciine
başvurmasını sağlayacak hukuk eğitimi bulunmamaktadır. Ayrıca, böyle bir
başvuruda bulunmak için gerekli olan, yakalanmasıyla ilgili belgelere ulaşma
fırsatı kendisine verilmemiştir. Başvuran, kendi durumunda Sulh Hakimi’ne ya
da Devlet Güvenlik Mahkemesi Hakimi’ne yapılacak başvurunun, başarısızlıkla
sonuçlanması kesin olan yetersiz ve göz boyayıcı bir hukuk yolu olacağını ileri
sürmüştür.
2. Hükümet’in görüşleri
64. Bu noktada Hükümet, Daire’nin AĐHS’nin 5 § 4 maddesinin ihlal
edildiğine dair yaptığı saptamanın sebeplerine itiraz etmiştir. Hükümet, Daire
duruşmalarında olduğu gibi, bütün 5. madde şikayetleri hakkında, iç hukuk
21
yollarının tüketilmediğine dair ilk itirazda bulunmuştur. Ne başvuranın
avukatları, ne de yakın akrabaları tarafından, Mudanya Asliye Hukuk
Mahkemesi’ne ya da Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden bir yargıca,
başvuranın yakalanmasına ya da gözaltına alınmasına, gözaltının uzunluğuna ya
da hakkındaki tutuklama kararına karşı başvuruda bulunulmamıştır. Hükümet,
şüphelilere gözaltına alınmalarının yasaya uygunluğunun denetlenmesi için ya
da Savcı’nın gözaltı sürelerinin uzatılmasına ilişkin emrine karşı itirazda
bulunmak üzere Sulh Hakimi’ne başvurma hakkı veren CMUK’un 128 § 4
maddesine atıfta bulunmuştur. Sulh Hakimi, başvurunun yerinde olduğuna karar
verdiği takdirde, polise şüpheliyi daha fazla sorgulamama ve şüpheliyi hemen
Cumhuriyet Savcısı huzuruna getirme emri verebilir. Hükümet, CMUK’un 144.
maddesine dayanarak, başvuranın temsilcilerinin vekaletname aranmaksızın
böyle bir başvuruda bulunabileceğini eklemiştir.
65. Hükümet, gözaltına alınmaların yasaya uygunluğunun denetlenmesi
için gözaltındaki kişiler tarafından yapılan başvuruları inceleyen ve bu kişilerin,
Cumhuriyet Savcısı’ndan gözaltı süresinin uzatılmasına ilişkin emir gelmemesi
üzerine, kanuni gözaltı süresi sonunda, yargılama öncesi tutukluluğa karar veren
hakim önüne çıkarılmasını talep eden mahkeme kararlarından örnekleri Büyük
Daire’ye sunmuştur. Hükümet’in göndermede bulunduğu başvuruların her biri,
kağıt üzerinde ve kişinin yokluğunda karara bağlanmıştır.
3. AĐHM’nin değerlendirmesi

66. 5 § 4 maddesinin gerektirdiği hukuk yolu yargısal nitelikli olmalıdır;
bu “ilgili kişinin bir mahkeme huzuruna çıkması ve bizzat ya da gerektiği yerde
temsili bir şekilde yargılanma fırsatına erişmesi, aksi takdirde kişinin
özgürlükten mahrum olma konularında uygulanan usulün temel güvencelerinin
kendisine verilmiş olacağı” anlamına gelmektedir (bkz. Winterwerp / Hollanda,
24 Ekim 1979 tarihli karar, A Serisi no. 33, s. 24, § 60). Ayrıca, 5 § 4 maddesi,
gözaltının yasaya uygunluğu hakkında karar vermeye çağrılan mahkemenin,
gözaltının yasadışı olması durumunda serbest bırakma emri çıkarma yetkisini
haiz olmasını gerektirmektedir (bkz. Weeks / Đngiltere, 2 Şubat 1987 tarihli
karar, A Serisi no. 114, s. 30, § 61).
67. Ayrıca, uluslararası hukukun genel olarak kabul gören kurallarına
uygun olarak, başvuranı mevcut iç hukuk yollarını tüketme zorunluluğundan
kurtaran özel sebepler olabilir (bkz. Van Oosterwijck / Belçika, 6 Kasım 1980
tarihli karar, A Serisi no. 40, s. 18-19, §§ 36-40).
68. Hükümet’in verdiği yargısal karar örneklerini inceledikten sonra
AĐHM, yerel mahkemelerin bu davalardaki (yakalama, gözaltı ya da bu
gözaltıların uzunluğuna ilişkin davalar) gözaltının yasaya uygunluğunu
incelemesinin, 5 § 4 maddesinin şartlarına iki bakımdan uymadığını tespit
etmiştir. Đlk olarak, yerel mahkemeler, kararların hiçbirinde, kanuni sürenin
dolmuş olduğunu saptadıklarında ya da Cumhuriyet Savcısı gözaltının
22
uzatılmasını emretmediğinde bile, mahkumun salıverilmesine karar vermemiştir.
Bu mahkemeler yalnızca, ilgili kişileri duruşma öncesi gözaltından sorumlu
yargıca göndermiştir.
Đkinci olarak, Hükümet’in bahsettiği kararlarla sonuçlanan yargılamaların
hiçbirinde, alıkonmuş kişi mahkeme huzuruna çıkmamıştır. Yargıcın incelemesi
yalnızca, ilgili avukatın yaptığı başvurunun ardından evrak üzerinden
gerçekleştirilmiştir.
69. Bu hukuk yolunun etkinliğini göstermek için Hükümet’in dayandığı
yargısal kararlar, 2001 ve 2003 yıllarında, yani, şimdiki davada başvuranın
yakalanıp gözaltına alınmasından en az iki yıl sonra verilmiştir.
70. Başvuranın gözaltında bulunduğu süre zarfında kendisinin içinde
bulduğu özel şartlarla ilgili olarak AĐHM, Daire’nin, dava şartlarının başvuranın
Hükümet’in göndermede bulunduğu hukuk yoluna başvurmasını imkansız
kıldığı saptamasına katılmamak için hiçbir sebep görmemektedir. Daire, vermiş
olduğu kararda şu şekilde değerlendirme yapmıştır ( bkz. 12 Mart 2003 tarihli
karar, §§ 72-74):
“...Đlk olarak, başvuranın tutulduğu koşullar ve özellikle tamamen tek
başına bırakılması, hukuk yolunu bizzat kullanmasını engellemiştir. Başvuran
hukuk eğitimi almamış olup, hiçbir şekilde gözaltındayken bir avukata danışma
imkanı bulunmamaktaydı. Ancak, AĐHM’nin yukarıda belirttiği gibi..., 5 § 4
maddesinde göndermede bulunulan takibatlar adli nitelikli olmalıdır. Böyle
koşullar altında başvurandan, avukatının yardımı olmadan gözaltının yasaya
uygunluğuna ve uzunluğuna itiraz etmesi beklenemez.
... Đkinci olarak, başvuran ya da yakın akrabaları tarafından talimat verilen
avukatların, başvurana danışmadan gözaltına itiraz edebilecekleri argümanıyla
ilgili olarak AĐHM, başvuranın avukat grubunun, kendisini temsil etme yetkisine
sahip tek üyesinin hareketlerinin polis tarafından engellendiğini
gözlemlemiştir... Başvuranın ailesi tarafından tutulan diğer avukatların,
başvuran gözaltındayken kendisiyle görüşmeleri mümkün olmamıştır. Ayrıca,
gözaltının olağandışı şartları karşısında başvuran, gözaltının yasaya
uygunluğuna itiraz etmek için işe yarayabilecek Nairobi’deki olaylarla ilgili
doğrudan bilginin ana kaynağıydı.
...Son olarak, yalnızca başvuranın gözaltında tutulduğu süreyle ilgili
olarak AĐHM, başvurana karşı getirilen suçlamaların ciddiyetini ve gözaltı
süresinin yerel mevzuatta belirtilen süreyi geçmediği gerçeğini gözönüne
almaktadır. AĐHM, bu koşullarda, bu konu hakkında bölge hakimine yapılan bir
başvurunun çok az bir başarı beklentisinin olacağı kanısındadır.”
71. Büyük Daire, Hükümet’in Daire önünde, başvuranın 466 sayılı Kanun
uyarınca tazminat isteyebileceğini iddia etmesiyle ilgili olarak, böyle bir
23
iddianın, Daire’nin vermiş olduğu kararın 75. paragrafında belirtilen sebepler
(gözaltının yasadışı olması durumunda mahkemenin salıverme kararı çıkarma
ya da gözaltının iç hukuka uygun olması durumunda AĐHS’nin ihlali nedeniyle
tazminata hükmetme yetkisinin olmaması) nedeniyle 5 § 4 maddesinin
gerektirdiği türden bir başvuru yolu oluşturamayacağı kanısındadır.
72. Yukarıda sözü edilen nedenlerden dolayı AĐHM, AĐHS’nin 5 §§ 1, 3
ve 4. maddeleri uyarınca yapılan şikayetlerle ilgili olan ilk itirazı reddetmiştir.
AĐHM ayrıca, aynı sebeplerden dolayı, 5 § 4 maddesinin ihlal edildiğine karar
vermiştir.
B. AĐHS’nin 5 § 1 Maddesi
73. Başvuran, uygulanabilecek iade süreci izlenmeden, kanuna aykırı
olarak özgürlüğünden mahrum bırakılmasından şikayetçi olmuştur. Bu nedenle,
AĐHS’nin 5 § 1 maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir.
1. Başvuranın görüşleri
74. Başvuran, Türk yetkilileri tarafından gözaltına alınmasının yasal
olduğu ve Kenyalı yetkililer tarafından ele geçirilip içinde kendisini bekleyen
Türk yetkililerin bulunduğu Türk uçağına gönderilmesinin Kenya egemenliğinin
ya da uluslararası hukukun ihlali anlamına gelmeyeceği yönünde Daire’nin
yapmış olduğu saptamalara itiraz etmiştir.
Bu bağlamda başvuran, yetkilerinin ötesinde yurtdışında operasyon yapan
Türk yetkilileri tarafından kaçırıldığına ve gözaltının yasadışı olmadığını
kanıtlama yükümlülüğünün Hükümet’e düştüğüne dair prima facie delil (kati
olmayan karine) bulunduğunu ileri sürmüştür. Tutuklama emrinin Türk
yetkililer tarafından çıkartılmış olması ve Đnterpol tarafından çıkartılan kırmızı
bülten, Türk Devleti’nin yetkililerine yurtdışında faaliyet gösterme yetkisi
vermemiştir. Başvuran bu noktada, terörist olduğunu inkar etmiş ve eylemlerinin
Kürtlerin haklarını arama çabasının bir parçası olduğunu iddia etmiştir.
75. Başvuran, Kenya’dan iade edilmesi için hiçbir işlem başlatılmadığını
ve Kenyalı yetkililerin kendisinin Türkiye’ye gönderilmesiyle ilgili bütün
sorumluluğu reddettiğini belirtmiştir. Yetkileri olmadan çalışan Kenyalı
memurlar ve Türk Hükümeti arasındaki gizli bir anlaşmanın devletlerarası
işbirliği olamayacağını ifade etmiştir. 15 Şubat 1999’da Kenya Dışişleri Bakanı,
Kenyalı yetkililerin başvuranın ülkeden ayrılmasında hiçbir rol oynamadığını ve
Kenya topraklarında hiçbir Türk askeri bulunmadığını ifade etmiştir. Başvuran,
iki hükümet arasında hiçbir şekilde işbirliği olmadığını gösteren bu Bakanlık
açıklamasına Daire’nin daha fazla önem vermesi gerektiğini ifade etmiştir.
Başvuran ayrıca, yakalanma olayının içinde olan Kenyalı yetkililerin Türk
ajanlarından rüşvet aldıklarını ve Kenya Hükümeti’nden yetki almadan hareket
ettiklerini ileri sürmüştür.
24
76. Başvuran, Kıbrıs / Türkiye (no. 8007/77, 17 Temmuz 1978 tarihli
Komisyon kararı, Kararlar ve Raporlar(DR) 13, s. 85) ve Drozd ve Janousek /
Fransa ve Đspanya (26 Haziran 1992 tarihli karar, A Serisi no. 240, s. 29, § 91)
davalarındaki AĐHS kurumlarının içtihadına göndermede bulunmuş ve
yetkililerinin sınırları dışında gerçekleştirdiği hareketlerden Türkiye’nin sorumlu
olduğunu ileri sürmüştür. Başvuran, Türkiye, Đtalya, Yunanistan ve diğer
devletlerde planlanan bir operasyon sonucu yakalandığını iddia etmiştir.
77. Başvuran, Bozano / Fransa davasına (18 Aralık 1986, A Serisi no.
111, s. 23, § 54) göndermede bulunarak, bireyin özgürlüğünü ve güvenliğini
keyfilikten koruma ihtiyacını vurgulamıştır. Başvuran, sözkonusu davada, zorla
sınır dışı edilmesinin gizli iadeyle aynı olduğunu ve kendisini usuli ve maddi
korumadan yoksun bıraktığını ifade etmiştir. Başvuran bu bağlamda, 5 § 1
maddesinde belirtilen kanuna uygunluk şartının hem uluslararası hukuk hem de
iç hukuk için geçerli olduğunu belirtmiştir. Sözleşmeyi imzalayan Devletler,
yalnızca kanunlarını keyfi olmayan şekilde uygulama yükümlülüğünde değil,
aynı zamanda kanunlarının uluslararası kamu hukukuna uygunluğunu sağlama
yükümlülüğü altında bulunmaktadırlar. Başvuran, herkesin hakkı olan
özgürlükten haksız bir şekilde mahrum bırakılmaya karşı olan teminatların,
davalının suçuna bağlı olarak kaldırılamayacağını eklemiştir.
78. Başvurana göre, Illich Ramirez Sánchez / Fransa davasındaki (no.
28780/95, 24 Haziran 1996 tarihli Komisyon kararı, Komisyon kararı, DR 86, s.
155) Komisyon kararı, bu davayla ilintili değildir. Bahsedilen davada Fransa ile
Sudan arasında işbirliği olmasına karşın, bu davada Kenyalı yetkililer Türk
yetkililerle işbirliği yapmamıştır. Önceki davada Komisyon, Ramirez
Sánchez’in tartışmasız olarak terörist olduğu görüşündedir; halbuki başvuran ve
PKK, Kürt kökenli nüfusun self-determinasyon hakkını elde etmesi için şiddete
başvurmuştur.
79. Başvuran, çeşitli ulusal mahkemelerin içtihatlarına dayanarak (R /
Horseferry Road Magistrates’ Court, ex parte Bennett davasında Lordlar
Kamarası’nın kararı, Temyiz Mahkemesi 1994, cilt 1, s. 42; Reg / Hartley
davasında Yeni Zelanda Temyiz Mahkemesi’nin kararı, Yeni Zelanda Hukuk
Raporları 1978, cilt 2, s. 199; ABD / Toscanino (1974) davasında ABD Đkinci
Gezici Temyiz Mahkemesi’nin kararı 555 F. 2d. 267, 268; Mohammed ve Dalvie
/ Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı ve diğerleri davasında Güney Afrika
Anayasa Mahkemesi’nin 28 Mayıs 2001 tarihli kararı, (CCT 17/01, 2001 (3) SA
893 CC), izlenen yakalama prosedürlerinin Kenya hukukuna ve uluslararası
hukukun koymuş olduğu kurallara uymadığını, yakalanmasının kaçırmayla aynı
olduğunu ve kanunsuz yakalanmaya dayanan gözaltının ve yargılanmasının
geçersiz olarak görülmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
80. Başvuran ayrıca, Daire’nin kararının aksine, bu davada Türk
yetkililerin Kenya topraklarında gerçekleştirdiği operasyonun Kenya
egemenliğini ihlal ettiğini “her türlü makul şüpheden uzak olarak”
kanıtlanmasının kendisinden beklenemeyeceğini ifade etmiştir. Kenya
25
egemenliğinin hiçbir şekilde ihlal edilmediğini kanıtlama yükünü savunmacı
Devlet’e aktarmak için, kendisinin sadece prima facie kanıt (kati olmayan
karine) göstermesi gerekmekteydi.
2. Hükümet’in görüşleri
81. Hükümet, Daire’nin bu tür davalarda, terörizmle karşı karşıya olan
Devletlerin işbirliği yapmasının normal olduğu ve AĐHS’ye karşı olmadığı
yolundaki görüşüne katılmış ve bu görüşü desteklemiştir.
Bu noktada Hükümet, başvuranın Türkiye ile Kenya arasındaki işbirliği
sonucunda kanunun öngördüğü bir biçimde yakalanıp gözaltına alındığını ileri
sürmüştür. Hükümet, başvuranın Kenya’ya bir sığınmacı olarak değil, sahte
kimlik belgeleri kullanarak girdiğini belirtmiş ve Kenya’nın egemen bir Devlet
olması nedeniyle Türkiye’nin orada hiçbir şekilde yetki kullanma imkanının
olmadığını eklemiştir. Hükümet ayrıca, Kenya ve Türkiye arasında hiçbir iade
anlaşmasının olmadığını belirtmiştir.
Başvuran, Kenyalı yetkililer tarafından yakalanmış ve iki Devlet
arasındaki işbirliği sonucu Türk yetkililerine teslim edilmiştir. Başvuran
Türkiye’ye geldiğinde, bir yargıç önüne çıkartılmak üzere, Türkiye’deki ilgili
yasal makamların çıkarttığı tutuklama emirleri ile gözaltına alınmıştır
(Başvuranın yakalanmasından önce Türk mahkemeleri tarafından yedi
tutuklama emri ve Đnterpol tarafından bir arama bülteni (“kırmızı bülten”)
çıkarılmıştır).
Hiçbir biçimde gizli iade olmamıştır: Türkiye, Kenya yetkililerinin, her
durumda Kenya’da yasadışı bir göçmen olan başvuranı teslim etme teklifini
kabul etmiştir.
82. Başvuran, uluslararası teamül hukukuna ve terörizmi önlemede
egemen Devletler arasındaki işbirliği politikasına uygun olarak, yasal bir
prosedür sonucunda Türkiye’deki adli bir makam huzuruna getirilmiştir.
3. AĐHM’nin değerlendirmesi

(a) Genel ilkeler
83. AĐHM, şikayeti aşağıdaki ilkeler ışığında ele alacaktır.
Gözaltının “kanunun öngördüğü prosedüre” uygun olup olmadığını da
içine alan gözaltının “yasal” olup olmadığı sorusu üzerinde, AĐHS esasen ulusal
hukuka atıfta bulunur ve ulusal hukukun maddi ve usule ait kurallarına uyma
zorunluluğu koyar. Bununla beraber, AĐHS ayrıca, özgürlük mahrumiyetinin 5.
maddenin amacına, özellikle bireyleri keyfilikten korumaya uymasını
gerektirmektedir. Burada tehlikede bulunan yalnızca “özgürlük hakkı” değil,
aynı zamanda “kişinin güvenlik hakkıdır” (bkz., diğer kararlar arasında, Bozano,
26
yukarıda kayıtlı, s. 23, § 54; ve Wassink / Hollanda, 27 Eylül 1990 tarihli karar,
A Serisi no. 185-A, s. 11, § 24).
84. Đç hukuku yorumlamak ve uygulamak en başta ulusal makamların,
özellikle de mahkemelerin görevidir. Bununla beraber, 5 § 1 maddesi uyarınca,
iç hukuka uymamakla AĐHS ihlal edildiği için, AĐHM bu kanuna uyulup
uyulmadığını gözden geçirmek için belli bir yetki kullanabilir ve kullanmalıdır
(bkz. Benham / Đngiltere, 10 Haziran 1996 tarihli karar, Hüküm ve Karar
Raporları 1996-III, s. 753, § 41; ve Bouamar / Belçika, 29 Şubat 1988 tarihli
karar, A Serisi no. 129, s. 21, § 49).
85. Bir Devletin yetkililerinin bir diğer Devletin topraklarında bu Devletin
onayı olmadan gerçekleştirdikleri yakalama, 5 § 1 maddesi uyarınca, ilgili
kişinin bireysel güvenlik haklarını etkilemektedir (bkz., aynı etkiye ilişkin
Stocké / Almanya, 12 Ekim 1989, A Serisi no. 199, Komisyon görüşü, s. 24, §
167).
86. AĐHS, iade anlaşmaları ya da sınırdışı etme konuları çerçevesinde,
AĐHS’de tanınan özel haklara müdahale etmemesi koşuluyla kaçak suçluları
adaletin önüne çıkarabilmek için yapılan Devletler arası işbirliğini engellemez
(bkz. Stocké, yukarıda kayıtlı Komisyon görüşü, s. 24-25, § 169).
87. Biri AĐHS’ye taraf olan, diğeri olmayan Devletler arasındaki iade
anlaşmalarıyla ilgili olarak, bir iade anlaşmasının koymuş olduğu kurallar ya da,
böyle bir anlaşmanın olmaması durumunda, ilgili Devletler arasındaki işbirliği
de, AĐHM’ye şikayet edilmesine neden olan yakalanmanın yasal olup
olmadığına karar vermede gözönüne alınması gereken ilgili faktörlerdendir.
Devletler arasındaki işbirliği sonucu bir kaçağın teslim edilmesi, tek başına
yakalamayı kanuna aykırı kılmamakta ya da bu nedenle 5. madde çerçevesinde
bir soruna yol açmamaktadır (bkz. Freda / Đtalya, no. 8916/80, 7 Ekim 1980
tarihli Komisyon kararı, DR 21, s. 250; Klaus Altmann (Barbie) / Fransa, no.
10689/83, 4 Temmuz 1984 tarihli Komisyon kararı, DR 37, s. 225; Luc Reinette
/ Fransa, no. 14009/88, 2 Ekim 1989 tarihli Komisyon kararı, DR 63, s. 189).
88. AĐHS’nin tamamında var olan, toplumun genel çıkarına ilişkin
talepler ile bireyin temel haklarının korunmasına ilişkin gereklilikler arasında
adil bir denge kurma arayışıdır. Dünyadaki dolaşım daha kolay hale geldikçe ve
suç daha geniş çaplı bir uluslararası boyut aldıkça, yurtdışına kaçan şüphelilerin
adalete teslim edilmesi, giderek bütün ulusların çıkarına olmaya başlamıştır.
Bunun tersine, kaçaklar için güvenli sığınaklar tesis etmek, yalnızca korunan
kişiyi barındırma zorunluluğu bulunan Devlet için tehlike oluşturmakla
kalmayacak, bunun yanısıra iade kurumunun temellerinin zayıflamasına da
sebep olacaktır. (bkz. Soering / Đngiltere, 7 Temmuz 1989 tarihli karar, A Serisi
no. 161, s. 35, § 89).
89. AĐHS, iadenin sağlanabileceği koşullara ya da iadenin sağlanmasından
önce izlenecek prosedüre ilişkin hiçbir hüküm içermemektedir. Đlgili Devletler
arasındaki işbirliğinin sonucu olmuş ve kaçağın yakalanmasına ilişkin emrin
yasal temelinin, kaçağın menşe Devletinin yetkilileri tarafından çıkarılan bir
27
tutuklama emri olması sağlanmışsa, sıradışı bir iade bile AĐHS’ye aykırı olarak
değerlendirilmemektedir (bkz. Illich Ramirez Sánchez, yukarıda kayıtlı, s. 155).
90. Yakalamanın, kaçağın sığınmacı olarak bulunduğu Devletin
kanunlarına aykırılık oluşturup oluşturmadığı dikkate alınmaksızın -bu,
sadece ev sahibi Devletin AĐHS’ye taraf olması halinde AĐHM tarafından
incelenecek bir husustur - AĐHM, başvuranın gönderildiği Devletin yetkililerinin
ev sahibi Devletin egemenliğine aykırı şekilde ve dolayısıyla uluslararası
hukuka ters düşen bir biçimde, kendi toprakları dışında hareket ettiklerine dair,
birbiriyle tutarlı çıkarımlardan oluşan kanıta ihtiyaç duymaktadır (bkz., mutatis
mutandis, Stocké / Almanya, 19 Mart 1991 tarihli karar, A Serisi, no. 199, s. 19,
§ 54). Ancak bundan sonra ev sahibi Devletin egemenliğine ve uluslararası
hukuka uygun hareket edildiğini ispat külfeti, savunmacı Hükümet’e ait
olacaktır. Bununla beraber, Daire’nin ileri sürmüş olduğu üzere (12 Mart 2003
tarihli karar, § 92), bu noktada başvurandan “her türlü makul şüpheden uzak” bir
kanıt göstermesi istenmemektedir.

(b) Đlkelerin sözkonusu davaya uygulanması
(i) Yakalamanın Türk hukukuna uygun olup olmaması
91. AĐHM, başvuranın Nairobi Havaalanı’nın uluslararası sahasında,
Türkiye’de kayıtlı bulunan bir uçakta Türk güvenlik kuvvetleri mensupları
tarafından yakalandığını not etmektedir.
Kenyalı yetkililer tarafından Türk yetkililerine teslim edildikten hemen
sonra, sözkonusu olayda Türkiye’nin yetkisini kendi ülkesi sınırları dışında
kullanmış olmasına rağmen, başvuran, AĐHS’nin 1. maddesinin kapsamı
doğrultusunda, Türkiye’nin etkin yetkisi altında bulunmaktaydı. Başvuranın,
Türk yetkilileri tarafından Türkiye’ye dönmeye fiziksel olarak zorlandığı ve
yakalanmasını takiben dönüşünde Türk yetkililerinin yetki ve kontrolü altında
bulunduğu doğrudur (bkz., bu hususta, Illich Ramirez Sánchez / Fransa ve
Freda / Đtalya davalarındaki yukarıda bahsedilen kararlar; ve, ters bir ima ile,
Banković ve Diğerleri / Belçika ve Anlaşmayı Đmzalayan Diğer 16 Devlet kararı
((dec.) [GC], no. 52207/99, ECHR 2001-XII)).
92. Yakalamanın Türk iç hukukuna uyup uymadığı ile ilgili olarak AĐHM,
başvuranın yakalanması için Türk Ceza Mahkemeleri tarafından yedi tutuklama
emrinin ve Đnterpol tarafından bir arama bülteninin (“kırmızı bülten”)
çıkarıldığını not etmektedir. Bu belgelerin her birinde, başvuran Türk Ceza
Kanunu uyarınca cezai suçlarla, özellikle Devlet’in toprak bütünlüğünü bozmak
için silahlı bir çete kurmakla ve yaşam kaybıyla sonuçlanan bir dizi terör
eylemini kışkırtmakla itham edilmiştir. Yakalanmasının ardından, gözaltında
tutulabileceği kanuni süre sona erdiğinde, başvuran bir mahkeme huzuruna
çıkartılmıştır. Akabinde, başvuran, suçlanmış, yargılanmış ve Türk Ceza
Kanunu’nun 125. maddesinde belirtilen suçlardan mahkum edilmiştir.
28
Başvuranın yakalanmasının ve gözaltına alınmasının, Türk mahkemeleri
tarafından “bir suç işlediğine dair makul bir şüphe üzerine yetkili bir yasal
makam huzuruna getirme amacıyla” çıkartılmış bulunan emirlere uygun olduğu
görülmektedir.
(ii) Kenyalı görevlilerin ele geçirmesi
93. AĐHM, başvuranın Nairobi Havaalanı’ndaki bir uçakta Türk
yetkililerine teslim edilmesinden hemen önce Kenya’da ele geçirilmesinin, Türk
yetkililerinin Kenya egemenliğine ve uluslararası hukuka karşı ihlal oluşturan
hareketlerinin (başvuranın iddiası) ya da Türkiye ve Kenya arasında resmi bir
usul ortaya koyan bir iade anlaşması olmaksızın Türk ve Kenyalı yetkililer
arasındaki işbirliğinin (Hükümet’in iddiası) sonucu olup olmadığı konusunda,
tarafların dile getirdiği iddiaların ışığında karar vermelidir.
94. AĐHM ilk olarak, bu davada Kenyalı yetkililerin oynadığı rolle ilgili
kanıtları inceleyecektir. Başvuran, göçmen bürosu memurlarına kimliğini
açıklamadan Kenya’ya girmiştir. Bununla beraber, Kenyalı yetkililer,
başvuranın, Nairobi’deki Yunan Büyükelçiliği’nde olduğu haberini aldıktan
sonra, başvuranın Kenya topraklarından ayrılmasının sağlanması için,
başvuranın Nairobi’de birlikte kaldığı Yunan Büyükelçisi’ni davet etmişlerdir.
Başvuran Kenya’dan ayrılmadan hemen önce, tam olarak Yunan
Büyükelçiliği’nden havaalanına götürülürken, Kenyalı yetkililer müdahale etmiş
ve başvuranı Yunan Büyükelçisi’nden ayırmışlardır. Başvuran Kenyalı bir
yetkili tarafından kullanılan araçla, kendisini yakalamak için Türk yetkililerin
beklediği uçağa götürülmüştür.
95. Kenyalı yetkililer, başvuranın Türk yetkilileri tarafından Nairobi
Havaalanı’ndaki bir uçakta yakalanmasını, Kenya egemenliğine karşı bir ihlal
olarak görmemiştir. Kısacası, başvuranın gözaltına alınması –havaalanına
götürülmeden önce Kenya yetkilileri tarafından ele geçirilmesi ya da uçakta
Türk yetkililer tarafından yakalanması- Kenya ile Türkiye arasında uluslararası
bir anlaşmazlığa ya da diplomatik ilişkilerinin bozulmasına sebep olmamıştır.
Kenya makamları, bu konularla ilgili olarak Türk Hükümeti’ni protesto etmemiş
veya Türkiye’den başvuranın geri dönmesi ya da tazminat gibi bir telafi
talebinde bulunmamıştır.
96. Bununla beraber, Kenyalı makamlar, Yunan Hükümeti’ne başvuranın
Yunan yetkililerinin yardımıyla hukuka aykırı biçimde Kenya’ya girmiş olması
ve yine hukuka aykırı biçimde orada kalmasına dayanarak, Yunan
Büyükelçisi’nin derhal geri çekilmesi talebini de içeren resmi protestoda
bulunmuşlardır. Başvuran, Kenya’da hoş karşılanmamıştır ve Kenyalı yetkililer
başvuranın ülkeden ayrılmasını istemişlerdir.
97. Davanın bu yönleri, AĐHM’nin olayları Hükümet’in anlattığı şekliyle
kabul etmesine neden olmuştur: AĐHM, sözkonusu zamanda Kenyalı yetkililerin
29
başvuranı Türk yetkililerine teslim etmeye veya başvuranın teslim edilmesini
kolaylaştırmaya karar vermiş oldukları kanaatindedir.
98. Başvuran, sözkonusu davada, Türkiye’nin Kenya’nın egemenliğine
duyulan saygı veya uluslararası hukuka uygun hareket etmek ile ilgili bir
ihmalde bulunmuş olduğu sonucuna götürecek tutarlı çıkarımlar sağlayan kanıt
göstermemiştir (bkz. paragraf 90). Büyük Daire, Daire’nin şu saptamasına
katılmaktadır:

“...AĐHM, Kenya Dışişleri Bakanı’nın 16 Şubat 1999’da, başvuranın
iddialarının aksine, Kenyalı yetkililerin başvuranın yakalanmasına ya da
gönderilmesine hiçbir şekilde karışmadığı yönünde yapmış olduğu açıklama ile
ikna olmamıştır... Başvuranın Kenyalı yetkililer tarafından yakalanmadığı doğru
olmakla birlikte, AĐHM önündeki kanıt, Kenya yetkililerinin başvuranı Yunan
Büyükelçisi’nden ayırmada ve uçakta yakalanmasının hemen öncesinde
başvuranı havaalanına götürmede rol oynadıklarını göstermektedir.” (bkz. Daire
kararının 100. paragrafı)
99. Sonuç olarak, başvuranın 15 Şubat 1999’da yakalanması ve gözaltına
alınması, AĐHS’nin 5 § 1 maddesinin amaçları dahilinde “hukukun öngördüğü
usul” ile uyumludur. Dolayısıyla, bu hükmün ihlali sözkonusu olmamıştır.

C. AĐHS’nin 5 § 3 maddesi

100. Başvuran, AĐHS’nin 5 § 3 maddesinin aksine, bir yargıcın veya
hukukun adli güç kullanması için yetki verdiği bir memurun önüne “derhal”
çıkarılmadığını iddia etmiştir.

1. Başvuranın görüşleri

101. Başvuran, Büyük Daire’den, Daire’nin kendisinin bir yargıç önüne
getirilmeden önce yedi gün alıkonmasının gerekli olmaması sebebiyle bu
maddenin ihlal edildiği yönündeki saptamasını onaylamasını istemiştir.
Başvuran, 15 Şubat 1999 tarihinde, saat 23:00’ten önce yakalandığını ve 23
Şubat 1999 tarihinde yargıç huzuruna çıkartıldığını belirtmiştir. Hükümet’in
kötü hava koşulları ile ilgili sunmuş olduğu hava raporu, yalnızca 23 Şubat 1999
öğleden sonra saatleri ile ilgilidir.

2. Hükümet’in görüşleri

102. Hükümet, Daire’nin bu şikayetle ilgili yapmış olduğu ihlal
saptamasına itiraz etmiştir. Hükümet, sözkonusu zamandaki Türk Ceza
30
Muhakemeleri Usulü kurallarına göre, alıkonan kişinin terörle ilgili suçlardan
şüpheli bulunması durumunda, gözaltının yedi güne kadar uzatılmasının
mümkün olduğunu belirtmiştir. Sözkonusu davada, başvuran 16 Şubat 1999
tarihinde yakalanmış ve ilk olarak 20 Şubat 1999’da sona ermek üzere dört gün
için gözaltına alınmıştır. Son anılan tarihte, gözaltı süresini 23 Şubat 1999’a
kadar üç gün süre ile uzatan bir mahkeme emri çıkarılmıştır. Kötü hava koşulları
nedeniyle (bölgede fırtına mevcuttu), Cumhuriyet Savcılığı temsilcileri ve
Devlet Güvenlik Mahkemesi yargıcı 22 Şubat 1999 tarihine kadar Đmralı adasına
ulaşamamıştır. Aynı gün, Cumhuriyet Savcısı başvuranı sorgulamıştır. Başvuran
ertesi gün (23 Şubat 1999) yargıç huzuruna çıkmış ve yargıç başvuranın
ifadelerini dinledikten sonra duruşma süresi boyunca tutuklu kalmasına karar
vermiştir.
3. AĐHM’nin değerlendirmesi

103. Büyük Daire, 5 § 3 maddesinin bir tutukluya verdiği teminatların
önemini başlangıçta belirtmektedir. Bu hükmün amacı, yakalanan kişilerin adli
bir makam huzuruna fiziksel olarak vaktinde getirilmelerini temin etmektir. Bu
şekilde otomatik olarak hızlandırılmış olan adli bir inceleme, keyfi muameleye,
incommunicado (dışarıdakilerle görüştürülmeden) gözaltına ve kötü muameleye
karşı önemli bir koruma önlemi sağlamaktadır (bkz., diğer yetkili makamlar
arasında, Brannigan ve McBride / Đngiltere, 26 Mayıs 1993 tarihli karar, A
Serisi no. 258-B, s. 55-56, §§ 62-63; Aquilina / Malta [GC], no. 25642/94, § 49,
ECHR 1999-III; Brogan ve Diğerleri / Đngiltere, 29 Kasım 1988 tarihli karar, A
Serisi no. 145-B, pp. 31-32, § 58; ve Dikme / Türkiye, no. 20869/92, § 66,
ECHR 2000-VIII).
104. Tarafların iddialarını inceledikten sonra Büyük Daire, Daire’nin
aşağıdaki şekilde yapmış olduğu saptamalara katılmamak için hiçbir yeterli
sebep görmemektedir:

“106. AĐHM daha önce pek çok durumda, terör suçlarının
soruşturulmasının makamları özel sorunlarla karşı karşıya bıraktığını belirtmiştir
(Brogan ve Diğerleri / Đngiltere, 29 Kasım 1988, A Serisi no. 145-B, s. 33, § 61;
Murray / Đngiltere, 28 Ekim 1994, A Serisi no. 300-A, s. 27, § 58; ve Aksoy /
Türkiye, yukarıda kayıtlı, s. 2282, § 78). Ancak bu, yerel mahkemelerin ve en
son safhada AĐHS denetleyici kurumlarının etkin denetiminden bağımsız olarak,
tahkikat yapan makamların terörizmin sözkonusu olduğuna karar verdikleri her
an, şüphelileri soruşturma amacıyla tutuklamak için kayıtsız şartsız yetki sahibi
oldukları anlamına gelmemektedir (Sakık ve Diğerleri / Türkiye, yukarıda kayıtlı
karar, s. 623-624, § 44).

107. AĐHM, sözkonusu gözaltının 15 Şubat 1999 tarihinde çok geç bir
vakitte ya da 16 Şubat 1999 tarihinde çok erken bir vakitte başvuranın
31
yakalanmasıyla başladığını not etmektedir. Başvuran, 20 Şubat 1999 tarihine
kadar dört gün gözaltında kalmıştır. O tarihte, gözaltı süresini 23 Şubat 1999’a
kadar üç gün süreyle uzatan bir yargı emri çıkmıştır. Cumhuriyet Savcısı, 22
Şubat 1999 tarihinde başvuranı sorgulamıştır. Başvuran, ilk olarak 23 Şubat
1999 tarihinde yargıç huzuruna çıkmış ve 5 § 3 maddesine göre şüphesiz bir
“görevli” olan yargıç (bkz., diğer yetkili makamlar arasında, Sakık ve Diğerleri /
Türkiye, yukarıda kayıtlı karar, §§ 12 ve 45), başvuranın duruşma süresi
boyunca tutuklu kalması emrini vermiştir. Dolayısıyla, başvuranın yargıç
huzuruna getirilmeden önce gözaltında bulunduğu toplam süre en az yedi güne
ulaşmıştır.

108. AĐHM, Brogan davasında, amaç toplumu bütünüyle terörizmden
korumak olsa dahi, adli bir denetim olmadan dört gün altı saat süren bir
gözaltının, 5 § 3 maddesinin öngördüğü süreyle ilgili katı sınırlamaların dışında
kaldığını belirtmiştir (Brogan ve Diğerleri / Đngiltere, yukarıda kayıtlı karar, s.
33, § 62).

109. AĐHM, Hükümet’in başvuranın yargıç huzuruna getirilmeden önce
yedi gün gözaltında kalmasının sebebinin büyük oranda kötü hava koşulları
olduğu yönündeki iddiasını kabul edemez. Yargıcın başvuranın tutulduğu adaya
gelmeye çalışarak, başvuranın öngörülen yedi günlük yasal gözaltı süresi içinde
kendisinin önüne getirilebilmesi için gayrette bulunduğunu gösteren hiçbir kanıt
AĐHM’ye sunulmamıştır. AĐHM bu bağlamda, gözaltının iç hukuk uyarınca
öngörülen usul doğrultusunda yürütüldüğünü gözlemlemektedir. Savcılığın
çıkarmış olduğu dört günlük emre ek olarak, yargıç dosyaya dayanarak davayı
inceledikten sonra üç günlük ek bir süre vermiştir. Yargıç süre dolmadan önce
başvuranı huzuruna çıkarmayı amaçlıyor olsaydı, ek bir süre vermemiş olacağı
anlaşılmaktadır.
110. Bu nedenle AĐHM, başvuranın bir yargıç huzuruna çıkartılmadan
yedi gün süreyle alıkonmasının gerekli olduğunu kabul edemez.”

105. AĐHM, yukarıdaki düşüncelerin ışığında, AĐHS’nin 5 § 3 maddesinin
ihlal edildiğine karar vermiştir.

II. AĐHS’NĐN 6. MADDESĐNĐN ĐHLAL EDĐLDĐĞĐ ĐDDĐASI

A. Başvuranı suçlu bulan Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin
bağımsız ve tarafsız olup olmadığı

106. Başvuran, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki duruşmaların bir
bölümünde yargıçlar kurulunda askeri bir yargıcın bulunması nedeniyle,
bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından yargılanmadığını iddia etmiştir.
32
Başvuran, ilgili kısmı aşağıdaki gibi olan AĐHS’nin 6 § 1 maddesine
dayanmıştır:

“Herkes, ... cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar karşısında…
bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının ... görülmesini istemek
hakkına sahiptir.”

1. Başvuranın görüşleri

107. Başvuran, Büyük Daire’den, Daire’nin bu konuyla ilgili yapmış
olduğu ihlal saptamasını onaylamasını istemiştir. Başvuran, orduda Albay
rütbesini taşıyan bir yargıcın, duruşmaların çoğunda Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nin yargıçlar kurulunda oturduğunu belirtmiştir. Başvuranın
mahkumiyetine karar verilmesinden yalnızca bir hafta önce ve Devlet Güvenlik
Mahkemesi’ndeki duruşmaların başlamasından iki ay sonra, askeri yargıcın
yerine sivil bir yargıç geçmiştir. Bu arada, başvuranın lideri olduğu örgütle
askeri yargıcın görevli olduğu ordu arasındaki bir çatışma ile ilgili olan bir
davada, önemli ara kararlarda yer almış ve davayı diğer yargıçlarla tartışmıştır.
Askeri yargıç böylece, yargılamanın gidişatını ve sonucunu potansiyel olarak
etkileyebilmiştir.

2. Hükümet’in görüşleri

108. Hükümet, askeri yargıcın son dakikada değiştirilmesinin
mahkemenin yapısındaki hatayı telafi etmediği ya da 6. maddenin ihlalini
düzeltmediği yönünde Daire’nin yapmış olduğu saptamaya itiraz etmiştir.
Hükümet, askeri yargıcın kanun değişiklikleri sonrasında Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nden ayrıldığını belirtmiştir. Başvuranı suçlu bulan mahkemenin
bütün üyeleri sivil yargıçlardır. Askeri yargıcın değiştirilmesinden önceki
süreyle ilgili olarak, Hükümet sivil bir yedek yargıcın başından beri yapılan
yargılamayı izlediğini ve duruşmalara katıldığını ifade etmiştir. Ayrıca, askeri
yargıç, yargılamada delillerin toplanması aşaması sona ermeden önce yedek
yargıçla değiştirilmiştir. Eğer yedek yargıç Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin
daha fazla araştırma yapması gerektiği kanaatinde olsaydı, yargılamanın o
aşamada sonlandırılmasına dair karara karşı oy kullanabilirdi.
109. Hükümet, Büyük Daire’yi AĐHM’nin Đmrek / Türkiye davasında
((dec.), no. 57175/00, 28 Ocak 2003) vermiş olduğu kararı izlemeye davet
etmiştir. AĐHM bu davada, cezai takibat sırasında askeri bir yargıcın sivil bir
yargıçla değiştirilmesinin, ilgili Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin bağımsızlığı ve
tarafsızlığıyla ilgili sorunu çözdüğüne karar vermiştir.
110. Hükümet özellikle, Daire’nin sözkonusu davadaki kararında “son
dakika” kriterini kullanmasına itiraz etmiştir. Eğer yeni yargıca o ana kadar
verilen ara kararları incelemesi için yeterince zaman verilmemiş olsaydı ya da
33
kendisinin yeni kararlar vermesine engel olunsaydı, bu kriter geçerli olabilirdi.
Bununla beraber, Hükümet’in görüşüne göre, yeni gelen yargıca karar verme
sürecinde aktif rol alabilmesi için gerekli zaman ve imkan tanınmıştır.
111. Hükümet ayrıca, başvuranın kendisinin Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nin bağımsızlığı ve tarafsızlığı hakkında hiçbir şüphesi olmadığını
ileri sürmüştür. Başvuran, mahkemede askeri yargıcın da hazır bulunduğu bir
duruşmada, mahkemeye duyduğu güveni ifade etmiştir. Başvuranın
avukatlarının görüşlerinde sonradan başvuranın açıklamasıyla ters düşmeleri
önem arzetmemektedir. En önemli nokta, -başvuranın kendi özgür iradesiyle
mahkemeye olan güvenini ifade ettiği- açıklamanın samimi olmasıdır.
3. AĐHM’nin değerlendirmesi
112. AĐHM sürekli olarak, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin üyeleri
olarak görev yapan askeri yargıçların konumunun belli yönlerinin, bu
mahkemelerin yürütmeden bağımsız olduklarını şüpheli hale getirdiğini
belirtmiştir (bkz. Incal / Türkiye, 9 Haziran 1998 tarihli karar, Raporlar 1998-
IV, § 68; ve Çıraklar / Türkiye, 28 Ekim 1998 tarihli karar, Hüküm ve Karar
Raporları 1998-VII, § 39).
113. Milli güvenlikle ilgili ciddi suçlardan dolayı Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nde yargılanan başvuranın, aralarında askeri hukuk sistemine
mensup bir askeri üyenin de bulunduğu yargıçlar kurulu tarafından
yargılanmasından endişe duymuş olması anlaşılabilmektedir. Bu nedenle
başvuranın, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin davanın niteliğiyle hiçbir ilgisi
olmayan yersiz değerlendirmelerden etkilenebileceğinden tedirginlik duymuş
olması meşrudur. (bkz., diğer yetkili makamlar arasında, Đprahim Ülger /
Türkiye, no. 57250/00, 29 Temmuz 2004).
114. Hüküm verilmeden önce, yargılama sırasında askeri yargıcın sivil bir
yargıçla değiştirilmesinin durumu telafi edip etmediği konusunda, AĐHM ilk
olarak, bir mahkemenin bağımsız görünüp görünmemesinin, yalnızca hükmü
verdiğinde mevcut olan yapısına bağlı olmadığını gözönüne almaktadır. 6.
maddenin bağımsızlıkla ilgili gerekliliklerine uygun olması için, ilgili
mahkemenin, yargılamanın üç aşamasında da -soruşturma, duruşma ve karar
(bunlar Hükümet’e göre Türk ceza yargılamasında yer alan üç aşamadır)-
yürütme ve yasamadan bağımsız olması gerekmektedir.
115. Đkinci olarak, askeri bir yargıç, ilgili cezai yargılama süresince etkin
olmaya devam eden bir ya da daha çok ara karara katıldığında, daha sonra
Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde izlenen usul endişeyi kafi derecede bertaraf
edecek şekilde tesis edilmedikçe, sanığın yargılamanın tamamının
geçerliliğinden endişe duyması için makul bir sebep vardır. Daha belirgin
olarak, sivil bir kimseye karşı yürütülen yargılamanın tamamlayıcı parçasını
oluşturan bir ara karara askeri bir yargıcın katılması durumunda, yargılamanın
34
tamamı, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından yürütülme görünümünden
mahrum kalmaktadır.
116. AĐHM, önceki kararlarında, bir sivilin kısmen de olsa Silahlı
Kuvvetler’in üyelerinden oluşan bir mahkeme önüne çıkmak zorunda kalması
durumuna büyük önem vermiştir (bkz., diğer yetkili makamlar arasında, Incal,
yukarıda kayıtlı, § 72). Böyle bir durum, demokratik bir toplumda
mahkemelerin telkin etmesi gereken güveni ciddi biçimde etkilemektedir (bkz.,
mutatis mutandis, Piersack / Belçika, 1 Ekim 1982 tarihli karar, A Serisi no. 53,
s. 14-15, § 30).
117. AĐHM, sözkonusu davada, 23 Haziran 1999’da değiştirilmesinden
önce askeri yargıcın iki ön duruşmada ve ara kararların alındığı esasa ilişkin altı
duruşmada yer aldığını not etmektedir. AĐHM ayrıca, askeri yargıcın
değiştirilmesinden sonra hiçbir kararın yenilenmediğini ve bütün kararların yeni
gelen yargıç tarafından onaylandığını kaydetmektedir.
118. Bu koşullar altında AĐHM, yargılamanın sona ermesinden önce
askeri yargıcın değiştirilmesinin, başvuranın yargılamanın yapıldığı
mahkemenin bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla ilgili makul endişesini bertaraf
ettiğini kabul edemez. Imrek / Türkiye davasındaki karar ve muhakeme bu
sonuçla uyuşmuyor görünmekle birlikte, Büyük Daire, bu davadaki karar ve
muhakemeyi izlemeyecektir.
Sonuç olarak, bu noktada 6 § 1 maddesinin ihlali sözkonusudur.
B. Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki yargılamanın adil olup
olmadığı
119. Başvuran, avukatlarından yardım istemede, hem kendisinin hem
avukatlarının dava dosyasına ulaşmada, savunma tanıklarını çağırmada ve
savcılık tarafından tutulan bilginin tamamına avukatlarının ulaşmasını temin
etmede karşılaştığı kısıtlamalar ve güçlükler nedeniyle, AĐHS’nin 6 §§ 1, 2 ve 3.
maddelerinde yer alan hükümlerin ihlal edilmesinden şikayetçi olmuştur.
Başvuran ayrıca, basının yargıçları kendi aleyhine etkilediğini iddia etmiştir.
120. AĐHS’nin 6. maddesinin ilgili bölümü şu şekildedir:
“1.Herkes, ....davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ...
görülmesini istemek hakkına sahiptir...
2. Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya
kadar suçsuz sayılır.
3. Her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir:
35
a) Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa
zamanda, anladığı bir dilde ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek;

b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip
olmak;

c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından
yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksun bulunuyor ve
adaletin selameti bunu gerektiriyorsa, bir avukatın para ödemeksizin
yardımından yararlanabilmek;

d) Đddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının
da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında çağırılmasının ve dinlenmesinin
sağlanmasını istemek;...”
1. Başvuranın görüşleri
121. Başvuran, Büyük Daire’den, Daire’nin kendisinin adil bir şekilde
yargılanmadığı yönünde yapmış olduğu saptamayı onaylamasını istemiştir.
Başvuran, kendisine göre, yargılamasının neden 6. maddenin hükümlerini yerine
getirmediğini gösteren temel noktaları sunmuştur.
Başvuran, tutuklandığı andan itibaren ve yargılamanın bütün aşamalarında
kendisinin seçtiği avukattan engelsiz, gizli ve hızlı biçimde yardım almasının
demokratik bir toplumda adil yargılamanın temel şartlarından biri olduğunu
ifade etmiştir. Başvuran, bununla birlikte, bu davada, bazı güçlüklerin
avukatlarıyla iletişimini engellediğini ve bu güçlüklerin savunma haklarını
etkilediğini belirtmiştir. Başvuran bu bağlamda, yakalanmasından sonra
avukatlarının kendisini ziyaretine on gün süre ile izin verilmediğini, ancak bu
süre zarfında adli makamlar önünde beyanda bulunmuş olduğunu belirtmiştir.
Başvuran ayrıca, kendi seçimine göre avukat belirlemede zorluklarla karşılaşmış
ve bu süreç biraz zaman almıştır. Başvuranın avukatlarıyla yaptığı ilk görüşme,
güvenlik güçleri mensuplarının huzurunda gerçekleşmiştir. Avukatları
tarafından yapılan diğer ziyaretler denetlenmiş ve yetkililer tarafından dinlenip,
video kamera ile kaydedilmiştir. Sonuç olarak, başvurana göre, Ceza
Muhakemeleri Kanunu’nun zorunluluk getiren hükümlerine karşın,
avukatlarıyla özel olarak görüşmesi mümkün olmamıştır. Đlk iki kısa ziyaretin
ardından, avukatlarıyla görüşmesi haftada iki kez ve birer saat olmak üzere
kısıtlanmıştır. Çok hızlı bir biçimde yürütülen ve büyük bir dava dosyası
oluşturan yargılama süresince, ziyaretlerin toplam süresi başvuranın
savunmasını hazırlaması için çok yetersiz kalmıştır. Başvuranın avukatları her
durumda, tutuklama ve davanın gerçekleştiği yere gitmek için Savcılık
mensuplarına tanınan kolaylıklara benzer kolaylıklardan yararlanamamışlardır.
36
122. Başvuran, savunma hazırlamak amacıyla, suç ve cezanın tayinini
potansiyel olarak ilgilendirebilecek belgelerde de dahil olmak üzere, dava
dosyasındaki bütün belgelere tamamen ve etkin bir şekilde erişimin kendisi ve
avukatları için büyük önem taşıdığını vurgulamıştır. Bununla beraber,
başvuranın, avukatlarına, başvurana ne dava dosyasının bir kopyasını, ne de
savunmasını hazırlamak için gerekli olabilecek diğer belgeleri vermesine izin
verilmemiştir. Başvuran, daha önceden kendisine verilen iddianame dışında
dava dosyasındaki belgelerin hiçbirini görmeden, savunmasını elle yazmak
zorunda kalmıştır.
123. Diğer taraftan, yargılamanın hızlı olması nedeniyle, başvuranın
avukatları dosyadaki tüm belgeleri incelemekte güçlük çekmişlerdir. Avukatlar,
17.000 sayfadan oluşan dava dosyasına duruşmalar başlamadan yalnızca on altı
gün önce ulaşabilmişlerdir. Savunma tarafından bu belgelerin değerlendirilmesi,
diğer unsurlar meyanında, soruşturma boyunca avukatlar ile başvuranın
görüşmelerine getirilen kısıtlamalar nedeniyle daha da güç olmuştur. Bununla
beraber, Devlet Güvenlik Mahkemesi, başvuranın avukatlarının ek delil
toplamak için yaptıkları bir talebi reddetmiştir. Başvuran, Devlet Güvenlik
Mahkemesi önünde PKK’nın genel politikasının siyasi sorumluluğunu kabul
ettiğini, ancak PKK’nın belirtilen politikasının dışına çıkan şiddet eylemlerinin
cezai sorumluluğunu reddettiğini eklemiştir. Başvuran PKK ile Hükümet
arasındaki yakınlaşmayı gündeme getirmek amacıyla PKK ile müzakereleri
yürüten Hükümet yetkililerinin, lehine tanık olarak dinlenmesini talep etmiştir.
124. Sonuç olarak başvuran, özellikle kendisinin ve avukatlarının yeterli
süreyle özel olarak görüşmelerini, dava dosyasına etkin bir biçimde ulaşmalarını
ve savunmasını güvenli bir ortamda hazırlamasını engelleyen zorluklar
nedeniyle, savunmasını hazırlarken iddia makamı ile aynı koşullardan
yararlanmadığını ifade etmiştir.
2. Hükümet’in görüşü
125. Hükümet, başvuranın adil biçimde yargılandığını belirterek
başvuranın yargılanmasının adil olup olmamasıyla ilgili olarak Daire’nin yapmış
olduğu saptamaya itiraz etmiştir. Bu bağlamda, Hükümet ilk olarak, başvuranın,
Ceza Kanunu’nun, amacı Cumhuriyet’in demokratik değerlerini korumak olan
125. maddesi uyarınca hüküm giydiğini belirtmiştir. Yargıtay Ceza Daireleri
Genel Kurulu, PKK’nın Marksist-Leninist ideolojiye dayalı siyasi bir rejimi
olan bir Kürt Devleti kurmak için Türk topraklarını bölme amacıyla kuvvete ve
şiddet eylemlerine başvuran bir örgüt olduğu kararına varmıştır. PKK’nın
gerçekleştirdiği ve başvuranın yargılama esnasında kabul ettiği şiddet eylemleri,
sivillere karşı 6.036 silahlı saldırıyı, güvenlik güçleriyle yapılan 8.257
çatışmayı, 3.071 bombalı saldırıyı, 388 silahlı soygunu ve 1046 kaçırmayı
kapsamaktadır. Bu eylemler, Terörizmin Önlenmesi Avrupa Sözleşmesi’nin 1 ve
2. maddelerinde belirtilen terörist eylemler listesinde yer almaktadır. Hükümet,
37
başvuranın, PKK’nın kurulmasında ve örgütlenmesinde ve bu örgüt üyeleri
tarafından gerçekleştirilen şiddet eylemlerinin planlanmasında ve işlenmesinde
rol oynadığını adli merciler huzurunda itiraf ettiğini belirtmiştir.
126. Savunma haklarıyla ilgili olarak, Hükümet, başvuranın kamuya açık
yargılandığını, güvenliğini sağlamak için alınan özel önlemlerin yardımıyla
duruşmalara tam olarak katılabildiğini, sözü kesilmeden beyanda bulunduğunu
ve savunmasında söylemek istediği her şeyi söylediğini belirtmiştir. Hükümet,
ayrıca, ilgilinin savunmasını hazırlaması için gerekli kolaylıkların sağlandığını
ifade etmiştir. Buna göre başvuran, hem ilk soruşturma hem de yargılama
boyunca seçmiş olduğu avukatlara danışabilmiş ve ilk ziyaret hariç
avukatlarının ziyaretlerine getirilen kısıtlamaların Ceza Muhakemeleri
Kanunu’nda belirtilen kısıtlamalar olduğunu belirtmiştir. Diğer taraftan,
başvuranın avukatları müvekkillerini daha sık görmek için hiçbir istekte
bulunmamışlardır. Başvuranın yaptığı yazışmalara hiçbir kısıtlama getirilmemiş
ve başvuran, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne kendisinin hazırlamış olduğu
seksen sayfalık savunmasını sunmuştur.
127. Başvuranın dava dosyasına erişimiyle ilgili olarak, Hükümet, Đmralı
adasındaki duruşmalardan önce başvuranın avukatlarına dava dosyasındaki
bütün belgeleri kopyalama imkanı verildiğini ileri sürmüştür. 17.000 sayfalık
dava dosyasının, başvuranın yakalanmasından birkaç yıl önce çeşitli Devlet
Güvenlik Mahkemelerinde başlatılan yedi cezai soruşturma dosyasının
birleştirilmesi sonucu ortaya çıktığı, başvuranın da bu belgelerden haberdar
olduğu ve her halükarda, dava dosyasında çok az sayıda yeni belgenin yer aldığı
belirtilmiştir. Hükümet, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin başvurana ilgili bütün
belgeleri ilettiğini ve başvurana, iki memurun denetimi altında dava dosyasının
tümü ile başvuranın görmek istediği tüm ekleri inceleme olanağı sağladığını
belirtmiştir. Devlet Güvenlik Mahkemesi, ayrıca, başvurana, savunmasında
gerekli gördüğü belgelerin bir kopyasının temin edilebileceğini bildirmiştir.
Gerçekte, başvuran, dava dosyasındaki ilgili belgeler hakkında bilgi sahibi
olmak için, yeterli zamana (yirmi gün) sahip olmuştur.
128. Bu noktada, Hükümet, ayrıca, Daire’nin değerlendirmesinin aksine,
Kremzow / Avusturya (21 Eylül 1993 tarihli karar, A Serisi no. 268-B, s. 42, §
52) ve Kamasinski / Avusturya (19 Aralık 1989 tarihli karar, A Serisi no. 168, s.
39, § 88) davalarındaki AĐHM içtihadının bu davada da uygulanabilir olduğunu
ileri sürmüştür. Bu içtihada göre, bir sanığın dava dosyasını doğrudan inceleme
şartı aranmamaktadır. Sanığın temsilcileri aracılığı ile dosyanın içeriğinden
haberdar olması yeterlidir. Organize suçlara ilişkin yargılamalarda, bu tür bir
hak tanınması adi suç işleyen sanıklar aleyhine bir ayrımcılık oluşturacaktır.
Diğer taraftan, başvuran, yakalanmasından önce lideri olduğu PKK’nın
eylemlerinden dolayı sorumluluğunu kabul etmiştir. Diğer PKK üyelerinin
eylemlerini daha ayrıntılı biçimde incelemiş olsaydı bile, başvuran
savunmasında kendisine yararlı olabilecek fazla unsur bulamazdı.
38
129. Başvurana savunmasında sağlanan diğer kolaylıklar arasında, Devlet
Güvenlik Mahkemesi Başkanı’nın talimatı üzerine avukatların kullanması için
duruşma salonuna bir fotokopi makinesi konması da yer almıştır. Öte yandan,
avukatlar, güvenlik sebebiyle Đmralı Adası’na özel bir rıhtımdan hareket eden
bir gemiyle götürülmüşlerdir. Kendileri için, gemiye bindikleri yerin
yakınlarında otel odaları ayırtılmıştır. Avukatlar herhangi bir duruşmaya
katılmadıkları taktirde, ilgili duruşma tutanakları ile dosyaya eklenen yeni
belgelerin bir kopyası, ertesi gün kendilerine verilmiştir. Başvuranın avukatları,
bir sükunet ortamı yarattığı için Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanı’na
teşekkür etmiştir.
3. AĐHM’nin değerlendirmesi
130. AĐHM, başvuran aleyhindeki ceza yargılamasında, savunma
haklarına saygı gösterilip gösterilmediğini belirlemek için, başvuranın alabildiği
avukat yardımının ve kendisi ve avukatlarına sunulan, dava dosyasına erişim
olanağının incelenmesi gerektiği kanısındadır.
(a)Avukat yardımı
(i) Gözaltında bulunduğu süre içerisinde başvuranın bir avukata
erişememesi
131. Büyük Daire, Daire’nin başvuranın gözaltında bulunduğu süre
içerisinde bir avukata erişememesinin, savunma hakkını olumsuz olarak
etkilediği yönündeki kararı ile mutabık kalmamak için bir neden görmemektedir.
Büyük Daire, Daire’nin aşağıda kaydedilen gerekçesi ile görüş birliği
içerisindedir:
“… AĐHM, 6. maddenin, yalnızca, yargılama adilliğinin, başlangıçtaki
bir aykırılıktan önemli derecede etkilenmesinin muhtemel olduğu durumlarda
yargılama öncesi döneme uygulanabilir olduğunu tekrarlar (Imbrioscia/Đsviçre,
24 Kasım 1993 tarihli karar, A Serisi no. 275, sayfa 13, § 36). Soruşturma
sırasında madde 6 §§ 1 ve 3’ün (c) uygulandığı yöntem, dava işlemlerinin özel
unsurlarına ve dava olaylarına bağlıdır. 6. madde, normal olarak sanığın, polis
sorgulamasının ilk aşamalarında bir avukatın yardımından faydalanması
gerektiğini öngörür. Ancak, AĐHS’de açıkça değinilmeyen sözkonusu hak, haklı
nedenle kısıtlamalara konu olabilir. Asıl sorun, her davada, dava işlemlerinin
bütünlüğü ışığında sözkonusu kısıtlamanın, sanığı adil yargılanma hakkından
mahrum bırakıp bırakmadığıdır (John Murray / Đngiltere, 8 Şubat 1996 tarihli
karar, Raporlar 1996-I, sayfa 54-55, § 63).
39
… Bu davada, başvuran 16 Şubat 1999’dan 23 Şubat 1999’a kadar,
yaklaşık 7 gün boyunca Türkiye’de gözaltında tutulduğu süre içerisinde
güvenlik güçleri, bir Cumhuriyet Savcısı ve bir Devlet Güvenlik Mahkemesi
Hakimi tarafından sorgulanmıştır. Sözkonusu süre içerisinde avukat yardımı
almamış ve iddianamenin ve Cumhuriyet Savcısı’nın iddialarının önemli
unsurları haline gelecek ve mahkumiyetinde büyük bir yardımcı unsur olacak,
kendini suçlayıcı birçok ifade vermiştir.
… Başvuranın bir avukata danışma hakkından vazgeçmiş olup olmadığı
hususunda AĐHM, yakalandığı günün ertesinde (kanuni yetki sahibi olan)
Türkiye’deki avukatı Feridun Çelik’in başvuranı ziyaret etmek için izin istemiş
olduğunu kaydeder. Ancak, Çelik’in seyahati güvenlik güçleri tarafından
engellenmiştir. Buna ek olarak, 22 Şubat 1999 tarihinde başvuranın ailesi
tarafından tutulmuş olan on altı avukat Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden
başvuranı ziyaret etmek için izin istemişler, fakat istekleri yetkili makamlar
tarafından 23 Şubat 1999 tarihinde reddedilmiştir.
… Sözkonusu koşullar altında, AĐHM başvuranın bir avukata erişiminin
bu kadar uzun bir süre ve savunma haklarının telafi edilemeyecek şekilde zarar
görmüş olabileceği bir durumda engellenmesinin, sanığın 6. maddede sahip
olduğu belirtilen savunma haklarına zarar verdiği kanısındadır (mutatis
mutandis, Magee, yukarıda kaydedilen, §§ 44-45).
(ii) Başvuranın, üçüncü şahıslar tarafından duyulmadan başvuranın
avukatlarına danışması
132. Huzurunda, bu konuda taraflarca hiçbir özel görüş bildirilmemesi
üzerine Büyük Daire, Daire’nin kararlarını uygun bulmuştur:
“… başvuranın avukatları tarafından ilk ziyareti, hepsinin başvuran ve
avukatları ile aynı oda içerisinde bulunduğu, güvenlik güçleri ve bir hakimin
denetim, gözetim ve duyumu altında gerçekleşmiştir. Güvenlik güçleri, ziyareti
yirmi dakika ile sınırlı tutmuşlardır. Ziyaretin kaydı Devlet Güvenlik
Mahkemesi’ne gönderilmiştir.
… Müteakip ziyaretlere ilişkin olarak,… AĐHM, güvenlik güçleri
görüşmelerin gerçekleştiği odada bulunmamış olsalar da, başvuran ve avukatları
arasında ilk ziyaret yapıldıktan sonra gerçekleşen görüşmenin, güvenlik
güçlerinin tanıklığı altında yapıldığını kabul eder.
133. Büyük Daire, Daire’nin, başvuranın üçüncü şahıslar tarafından
duyulmadan avukatlarına danışamamasının etkilerini değerlendirmesi
sonucunda vardığı görüşle mutabık kalmıştır:
40
“… sanığın, üçüncü bir şahıs tarafından duyulmadan yasal temsilcisi ile
iletişim kurma hakkı, demokratik bir toplumda gerçekleştirilen adil
yargılamanın temel gereklerinden biridir ve AĐHS’nin 6 § 3 (c) maddesince
öngörülmüştür. AĐHS’nin amacı, somut ve etkili hakları korumak olmakla
birlikte, avukatın, müvekkili ile görüşememesi ve böyle bir denetim olmaksızın
müvekkilinden gizli talimatlar alamaması durumunda, avukatın desteği,
yararlılığını büyük ölçüde yitirir (S / Đsviçre, 28 Kasım 1991 tarihli karar, A
Serisi no. 220, sayfa 16 § 48). Sanık ve avukatlar arasındaki görüşmelerde
gizliliği teminat altına almaya yönelik savunma hakkının önemi, Avrupa
kuruluşları belgeleri de dahil olmak üzere, birçok uluslararası belgede teyit
edilmiştir. (bkz. Brennan / Đngiltere, no. 39846/98, §§ 38-40, ECHR 2001-X).
Ancak, yukarıda kaydedilmiş olduğu gibi… geçerli nedenler mevcut ise, sanığın
avukatına erişimine kısıtlamalar getirilebilir. Asıl mesele, bir bütün olarak ele
alınan dava işlemleri ışığında, sözkonusu kısıtlamanın sanığı adil yargılanma
hakkından mahrum bırakıp bırakmadığıdır.
… Sözkonusu davada, AĐHM… başvuran ve avukatlarının, hiçbir
aşamada yetkili makamlar tarafından duyulmadan birbirlerine danışamadıklarını
kabul etmiştir. Hazırlık soruşturması ve duruşma boyunca getirilen bu
kısıtlamanın kaçınılmaz sonucunun, başvuranın avukatlarıyla açık şekilde
konuşmasını ve savunmasının hazırlanmasında önem arzedebilecek sorular
sormasını engellenmesi olduğu kanısındadır. Sonuç olarak, savunma hakları
önemli derecede etkilenmiştir.
… AĐHM, bu bağlamda, başvuranın, avukatları ile görüşmeden önce
verdiği ifade vermiş olduğunu, avukatları ile görüştükten sonra da, Devlet
Güvenlik Mahkemesi’ndeki duruşmalarda ayrıca ifade verdiğini gözlemlemiştir.
Yanıtlamakla yükümlü olduğu ciddi suçlamalara karşı savunmasının etkili
olması için, sözkonusu ifadelerin tutarlı olması zaruri idi. Dolayısıyla, AĐHM
üçüncü şahıslar tarafından duyulmadan avukatları ile konuşabilmesinin,
başvuran için gerekli olduğu kanısındadır.
… Hükümet’in, başvuran ve avukatları arasındaki görüşmelerin
denetimini sağlamanın başvuranın güvenliğini sağlama açısından gerekli
olduğuna ilişkin iddiası hususunda AĐHM, avukatların başvuran tarafından
temsilci olarak tutulduğunu ve müvekkillerinin hayatını tehdit ettiklerine dair
kaygı duymak için neden olmadığını gözlemlemiştir. Ciddi aramadan
geçirilmeden başvuranı görmelerine izin verilmemiştir. Diğer önlemler
eşliğinde, cezaevi memurlarının görsel denetimi, başvuranın güvenliğini
sağlamaya yeterli olabilirdi.”
41
Sonuç olarak AĐHM, başvuranın güvenlik güçleri mensupları tarafından
duyulmadan avukatları ile görüşmesinin imkansız olmasının, savunma haklarını
ihlal ettiği kararını vermiştir.
(iii) Başvuranın avukatları tarafından yapılan ziyaretlerin sayısı ve süresi
134. Yaklaşık iki hafta ara ile avukatları tarafından yapılan ilk iki
ziyaretin ardından, başvuran ve avukatları arasındaki görüşme haftada iki kez
birer saatlik ziyaretlerle sınırlandırılmıştır.
135. Tarafların görüşlerini inceleyen Büyük Daire, Daire ile aşağıda
kaydedilen kararlarla mutabık kalmamak için geçerli neden görememiştir:
“… 6 § 3(c) madde, cezayı gerektiren bir suçla itham edilen herkesin
‘kendisini kişisel olarak ya da avukat yardımı yoluyla savunma’ hakkına sahip
olduğunu belirtirken, sözkonusu hakkın uygulanma şeklini kaydetmemektedir.
Dolayısıyla, adli sistemlerinde sözkonusu hakkın korunmasını teminat altına
alma yönteminin seçimini, Sözleşmeci Devletlere bırakmakta olup, AĐHM’nin
buradaki görevi, seçilen yöntemin adil yargılama gerekleri ile tutarlı olup
olmadığını tespit etmektir (Quaranta / Đsviçre, 24 Mayıs 1991 tarihli karar, A
Serisi no. 205, sayfa 16, § 30). Bu bakımdan, AĐHS’nin ‘teorik ve fiktif hakları
değil, pratik ve etkin hakları teminat altına almak’ amacı ile tasarlandığı ve bir
avukat atamanın, tek başına avukatın sanığa sağlayacağı yardımın etkinliğini
teminat altına almadığı hatırlanmalıdır (Artico / Đtalya, 13 Mayıs 1980 tarihli
karar, A Serisi no. 37, sayfa 16, § 33). AĐHM ayrıca, 6 §§ 1 ve 3 (c) maddesinin
ön soruşturmada ne şekilde uygulanacağının, ilgili işlemlerin özel unsurlarına ve
dava koşullarına bağlı olduğunu; 6. maddenin amacının – adil yargılama –
gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini belirlemek için, davada uygulanan iç
hukuk yollarının bütünlüğünün ele alınması gerektiğini belirtmiştir (Imbrioscia
/ Đsviçre, yukarıda kaydedilen karar, sayfa 14, § 38).
… AĐHM, sözkonusu davada başvurana yöneltilen suçlamaların bir
yasadışı silahlı örgüt tarafından icra edilen birçok şiddet eylemini, örgütün lideri
ve faaliyetlerinin başlıca tahrikçisi olduğu yönündeki iddiaları içerdiğini
gözlemlemiştir. AĐHM ayrıca, oldukça karmaşık olan bu suçlamaların
sunumunun, oldukça hacimli bir dava dosyası husule getirdiğini belirtmiştir…
Sözkonusu suçlamalara karşı savunmasını hazırlamak için başvuranın davanın
karmaşık niteliği paralelinde, vasıflı hukuki yardıma gerek duyduğu
kanısındadır. Davanın özel unsurlarının, başvuranı bu derece önemli bir
duruşmaya hazırlanmak için avukatları ile haftada yalnızca birer saatlik iki
görüşme ile sınırlamayı haklı çıkarmadığını gözlemlemiştir.
… Hükümet’in, ziyaretlerin Đmralı Adası ve sahil arasındaki feribotların
sıklığı ve hareket saatlerine bağlı olarak gerçekleştiği yönündeki iddiası
42
hususunda, AĐHM, Hükümet’in, istisnai güvenlik endişelerini dikkate alarak,
başvuranı sahilden uzak bir ada cezaevinde tutma kararının anlaşılabilir
olduğunu düşünmekle birlikte, ziyaretleri haftada iki saatlik görüşmelerle
sınırlandırmanın adil olmadığı kanısındadır. AĐHM, Hükümet’in, yetkili
makamların hangi nedenle avukatlara müvekkillerini daha sık görme izni
vermediklerini ya da hangi nedenle daha uygun bir ulaşım olanağı sağlamayarak
her bir görüşmenin süresini artırmadıklarını izah etmediğini, bu tür önlemlerin,
Sözleşmeci Devletlerin 6. madde ile teminat altına alınan haklardan etkin bir
şekilde yararlanmasını sağlamak için göstermek zorunda oldukları gayreti ortaya
koyacağını belirtir (Colozza / Đtalya, yukarıda kaydedilen karar, sayfa 15, § 28).
… Hükümet’in, başvuranın avukatlarının her görüşmenin ardından basın
toplantısı düzenledikleri ve PKK için sözcülük ettikleri yönündeki iddiaları
hususunda, AĐHM, doğrudan duruşma ile ilgili olmayan nedenlerle savunma
haklarına kısıtlamalar getirilemeyeceği için bu tür bir tavrın, sözkonusu
kısıtlamaları haklı çıkaramayacağı sonucuna varmıştır. Ayrıca, Türkiye’de
başvuranın avukatlarının PKK için sözcülük yaptıkları yönünde bir şikayette
bulunulduğuna ilişkin AĐHM’ye sunulmuş hiçbir delil yoktur.”
136. Hükümet’in, başvuranların avukatlarının başvuranı daha sık
aralıklarla görmeyi talep etmedikleri yönünde Büyük Daire huzurunda sunduğu
iddia da reddedilmelidir. AĐHM, AĐHS tarafından teminat altına alınan bir
hakkın uygulanmasından feragat etmenin, açıkça yapılması gerektiğini
hatırlatmıştır (bkz., mutatis mutandis, Pfeifer ve Plankl / Avusturya, 25 Şubat
1992 tarihli karar, A Serisi no. 227, sayfa 19, § 37). AĐHM, başvuranın
avukatları tarafından Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne, müvekkilleri ile iletişim
kurmada karşılaştıkları sıkıntılara ilişkin bir şikayetlerinin bulunduğunu
kaydetmiştir.
137. Sonuç olarak, AĐHM, başvuranın avukatları ile görüşmelerinin sayısı
ve süresine getirilen kısıtlamaların, savunmasının hazırlanmasını güçleştiren
unsurlardan biri olduğu kanısına varmıştır.
(b)Başvuranın dava dosyasına erişimi
138. AĐHM, müteakiben, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin, sadece 4
Haziran 1999 oturumunda başvuranın dava dosyasını iki zabıt katibi eşliğinde
incelemesine ve avukatlarının, bazı belgelerin fotokopisini almalarına izin
verdiği dikkate alındığında, başvuranın dava dosyasında yer alan, iddianame
dışındaki belgelere 4 Haziran 1999 tarihine kadar ulaşamamasının, AĐHS’nin 6
§ 3. maddesinde kayıtlı haklarla birlikte 6 § 1. maddesinde teminat altına alınan
savunma hakkının ihlalini oluşturup oluşturmadığını incelemelidir.
139. AĐHM öncelikle, Hükümet tarafından Büyük Daire huzurunda
Kremzow/Avusturya ve Kamasinski/Avusturya davalarında alınan kararların bu
43
davaya da uygulanabileceği yönünde sunulan görüşü inceleyecektir. AĐHM,
ayrıca, Hükümet’in aynı içtihadı dayanak alarak, Daire önünde, daha önce, dava
dosyasının, sanığın avukatı tarafından kontrol edilme hakkının kısıtlanmasının,
savunma hakkı ile bağdaşmaz olmadığını ileri sürdüğünü belirtmiştir.
140. AĐHM, bu konuları incelerken, adil yargılanma hakkının önemli
unsurlarından biri olan silahların eşitliği ilkesi uyarınca, taraflardan herbirine
kendisini, muhalifine karşı avantajsız duruma düşürmeyecek olan koşullar
altında davasını takdim etme olanağı verilmesi gerektiği hususunu
değerlendirecektir. Bu bağlamda, adaletin adil olarak tecellisine gösterilecek
yüksek duyarlılık ile birlikte görünüme de önem verilmelidir (bkz., diğer
makamlar arasında, Bulut / Avusturya, 22 Şubat 1996 tarihli karar, Raporlar
1996-II, sayfa 380-381, § 47). AĐHM, ayrıca, savunma hakkına gösterilecek
saygının, sanığın ya da avukatlarının dava dosyasına erişimlerine getirilen
kısıtlamaların, duruşma öncesi delillerin sanığa ulaştırılmasını ve sözlü ifadeler
verilirken sanığın, avukatı aracılığı ile deliller üzerine görüş sunmasını
engellememesini gerektirdiği kanısındadır (bkz., mutatis mutandis, Kremzow,
yukarıda kaydedilen, sayfa 44, § 63).
141. Sözkonusu davadaki, konuyla ilgili olaylara ilişkin Büyük Daire,
Daire’nin aşağıda kaydedilen kararlarına katılmaktadır.
“… sözkonusu davada başvuranın, iddia makamı tarafından sunulan
delillere duruşma öncesinde şahsen erişimine izin verilmemiştir. Başvuranın
avukatları, sözkonusu deliller hakkında görüşlerini belirttiklerinde, belgelerin
doğrudan kontrolünü müteakip başvuranın görüşlerini alabilmiş olmalıydılar.
Başvurana 2 Haziran 1999 tarihinde iki zabıt katibinin denetimi altında dava
dosyasını inceleme izni verilmiş olması, ilgili belgelerin hacmi ve başvurana
sağlanan kısıtlı süre gözönüne alındığında sorunun giderilmesine çok az katkı
yapmıştır.”
142. Büyük Daire, bu nedenle, sözkonusu davanın, 17.000 sayfalık dava
dosyasını incelemek için yirmi günlük süre verilen Öcalan’ın aksine, başvurana
kırk dokuz sayfanın incelenmesi için yirmi bir günün verildiği Kremzow
davasından farklı olduğu kanısındadır. Sözkonusu dava, avukatının başvurana,
ilgili olduğunu düşündüğü tüm belgelerin örneklerini sağlayabildiği Kamasinski
davasından da farklıdır. Başvuranın avukatları, iddia makamının sunduğu
deliller üzerindeki görüşlerini sunmadan önce müvekkillerine hiçbir belge
sağlayamamışlardır.
143. AĐHM, Hükümet’in, başvuranın PKK’nın diğer mensuplarının
eylemleriyle ilgili materyaller hakkında daha detaylı inceleme yapmasının,
PKK’nın eylemlerinin sorumluluğunu kabul etmiş olması sebebiyle, kendisine,
savunmasının hazırlanmasında yardımcı olacak deliller bulması konusunda
faydalı olmayacağı yönündeki görüşünü de inceleyecektir. Başvuranın, Devlet
44
Güvenlik Mahkemesi önünde, silahlı ayrılıkçı örgüt olan PKK’nın lideri ve
örgütün genel politikasından sorumlu olduğunu itiraf etmiş olmasına rağmen,
PKK mensupları tarafından gerçekleştirilen şiddet eylemleri üzerine görüş
bildirmemiş olduğu da kaydedilmelidir. Ancak, başvuran, savunmasında bazı
şiddet eylemlerinin iradesi veya kontrolü dışında gerçekleşmiş olduğunu
belirtmiştir.
Bu nedenle, başvurana iddia makamının sunduğu delilleri doğrudan
incelemesi için yeterli süre verilmiş olsaydı, avukatlarının, başvuranın
talimatlarından yararlanamadan ileri sürdükleri deliller dışında savunmasıyla
ilgili diğer delilleri belirleyebilmiş olacağını varsaymak makul olacaktır.
144. Bu nedenle AĐHM, başvuranın iddianame dışında dava dosyasındaki
belgelere erişiminin engellenmesinin, savunmasının hazırlanmasında karşılaşılan
güçlükleri artırdığı kanısındadır.
(c) Başvuranın avukatlarının dava dosyasına erişimi
145. Başvuranın dava dosyasına erişimi konusu ile birlikte, AĐHM ayrıca,
sözkonusu davada, avukatların dava dosyasına erişimlerinin, resmen veya fiili
olarak kısıtlanıp kısıtlanmadığını ve eğer kısıtlanmış ise, bunun yargılamanın
adilliğini etkileyip etkilemediğini belirlemelidir.
146. Silahların eşitliği ilkesi, geniş anlamda adil yargılama kavramının
yalnızca bir özelliğidir ve bu kavram, ceza yargılamasının her iki tarafa da
yönelik olması gerektiğine ilişkin temel hakkı da kapsamaktadır. Ceza
davasında, her iki tarafa yönelik yargılanma hakkı, hem iddia makamına, hem de
savunmaya diğer tarafça sunulan görüşler ve deliller hakkında bilgi sahibi olma
ve fikrini söyleme imkanının verilmesi gerektiği anlamına gelir. Ulusal
hukukun, sözkonusu gerekliliği yerine getirmesini sağlayacak birçok yol
düşünülebilir. Ancak, hangi yöntem seçilirse seçilsin, sözkonusu yöntem, diğer
tarafın sunduğu iddiaların dosyaya dahil edildiğinin ve sözkonusu iddialar
üzerine kendi görüşlerini sunma imkanı verileceğinin bilincinde olmasını garanti
etmelidir (bkz. Brandstetter / Avusturya, 28 Ağustos 1991 tarihli karar, A Serisi
no. 211, sayfa 27, §§ 66-67).
147. Sözkonusu davada, başvuran ve avukatları iddianameden 24 Nisan
1999 tarihinde haberdar olmuşlardır. Dava dosyası, 7 Mayıs 1999 tarihinde
başvuranın avukatlarının kullanımına sunulmuş, fakat kendilerine bir nüsha
verilmemiştir. Başvuranın avukatları 15 Mayıs 1999 tarihinde fotokopi yapmayı
bitirmişlerdir. Dava dosyasının tümüne sözkonusu tarihten itibaren sahip
olmuşlardır. Đki hafta sonra, 31 Mayıs 1999 tarihinde, Devlet Güvenlik
Mahkemesi önündeki duruşmalar başlamıştır. Başvuranın avukatları, iddia
makamının görüşlerine karşı nihai görüşlerini sunmaya 23 Haziran 1999
tarihinde gerçekleştirilen sekizinci duruşmada davet edilmişlerdir.
45
Bu koşullar altında Büyük Daire, başvuranın avukatlarının dava dosyasına
erişmekte karşılaştıkları ve başvuranın da aynı tür güçlüklerle karşılaşması
nedeniyle artan sorunla ilgili olarak, Daire’nin bulguları ile hemfikirdir.
“… başvuranın avukatları, Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki duruşma
başlamadan yaklaşık iki hafta önce 17.000 sayfalık bir dosyayı almışlardır.
Ziyaretlerin sayısı ve süresi üzerine getirilen kısıtlamalar, başvuranın
avukatlarına dosyadaki belgeleri 2 Haziran 1999 tarihinden önce müvekkillerine
bildirmelerine ya da müvekkillerini dosyanın incelenmesi ve analizine dahil
etmelerine imkan vermediği için, kendilerini savunmanın hazırlanmasını
oldukça güçleştiren bir durumda bulmuşlardır. Yargılamadaki müteakip
gelişmeler, kendilerine sözkonusu güçlükleri aşma şansı vermemiştir.
Duruşmalar ilerlemiş, 8 Haziran 1999 tarihine kadar aralıksız devam etmiş ve 23
Haziran 1999 tarihinde başvuranın avukatları, duruşma sırasında sunulanlar da
dahil olmak üzere dosyadaki tüm deliller üzerine görüşlerini sunmaya davet
edilmişlerdir.”
(d)AĐHM’nin yargılamanın adilliğine ilişkin vardığı sonuç
148. Bu nedenle, başvuranın yargılanması aşağıda izleyen nedenlerden
dolayı adil değildir. Başvuran, gözaltında sorgulanması sırasında avukatlarından
yardım almamıştır; üçüncü şahıslar duymaksızın avukatları ile görüşememiştir;
yargılamanın çok sonraki bir aşamasına kadar dava dosyasına doğrudan
erişememiştir; avukatlarının ziyaretlerinin sayısına ve süresine kısıtlamalar
getirilmiştir; son olarak, tarih oldukça ilerleyene kadar avukatlar da dava
dosyasına erişememişlerdir. AĐHM, sözkonusu güçlüklerin bütün olarak
savunma hakkını kısıtlamış olduğu ve dolayısıyla, 6. maddede öngörülen adil
yargılama ilkesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Bu nedenle, 6 § 3 (b) ve
(c) maddeleri ile birlikte Sözleşme’nin 6 § 1. maddesi ihlal edilmiştir.
149. AĐHS’nin 6. maddesi kapsamındaki diğer şikayetlere ilişkin olarak
AĐHM, yerel mahkemelerde başvuranın aleyhine başlatılan işlemlerden duyduğu
sıkıntılara değinilmiş olduğu kanısındadır. Bu nedenle, işlemlerin adilliğine
ilişkin olarak 6. maddeye dayanılarak sunulan diğer şikayetleri incelemenin
gerekli olmadığına karar vermiştir.
III. ÖLÜM CEZASI: AĐHS’NĐN 2, 3 VE 14. MADDELERĐNĐN ĐHLAL
EDĐLDĐĞĐ ĐDDĐASI
150. Başvuran ölüm cezasının uygulanması ve/veya infazının, AĐHS’nin –
artık ölüm cezasını öngörmediği şeklinde yorumlanması gereken- 2. maddesinin
ve insanlık dışı ve küçültücü bir ceza olması nedeniyle 3. maddesinin ihlalini
teşkil ettiğini savunmuştur. Ayrıca infazının, ayrımcı bir muamele olacağını ve
46
bu nedenle 14. maddeyi ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Sözkonusu hükümlerin
ilgili kısımları aşağıda kaydedilmiştir:
Madde 2

“1. Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır. Yasanın ölüm
cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu
cezanın yerine getirilmesi dışında hiç kimse kasten öldürülemez.
…”
Madde 3
“Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere
tabi tutulamaz.”
Madde 14
“Bu Sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk,
renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya sosyal köken, ulusal bir
azınlığa mensupluk, servet, doğum veya herhangi başka bir durum bakımından
hiçbir ayırımcılık yapılmadan sağlanır.”
A. Ölüm Cezasının Uygulanması
151. Başvuran, ilk başvurusunda, ölüm cezasına başvurulmasının,
AĐHS’nin 2 ve 3. maddelerini ihlal edeceği hususunda şikayette bulunmuştur.
152. Daire, kararında, idam hükmünün uygulanması tehlikesinin etkin bir
şekilde ortadan kaldırılmış olduğunu belirtmiştir (bkz. Daire kararının 184-185.
paragrafları).
153. Taraflar, başvurunun sonraki aşamalarında bu konu hakkında görüş
sunmamışlardır.
154. Bu bağlamda, AĐHM ölüm cezasının Türkiye’de kaldırılmış
olduğunu ve başvuranın cezasının, müebbet hapis cezasına çevrildiğini
belirtmiştir. Ayrıca, 12 Kasım 2003 tarihinde Türkiye, ölüm cezasının
yürürlükten kaldırılmasına ilişkin AĐHS’ye Ek 6 No’lu Protokol’ü onaylamıştır.
155. Bu koşullar altında, başvuranın ilk başvurusunda ölüm cezasının
uygulanması hususunda 2, 3 ve 14. maddelerin ihlal edildiğine dair sunduğu
şikayetleri reddedilmelidir. Dolayısıyla, sözkonusu hükümler ihlal edilmemiştir.
B. Ölüm Cezasının Uygulanması
47
156. Ölüm cezasının uygulanmasına ilişkin olarak, Büyük Daire, 2. madde
altında başka bir sorun mevcut olmadığı konusunda Daire ile aynı görüştedir. Bu
nedenle, bu konuyu 3. madde altında inceleyecektir.
1. Tarafların görüşleri
(a) Başvuran
157. Başvuran, Büyük Daire’den, Sözleşmeci Devletler’in
uygulamalarıyla oluşan ‘yürürlükten kaldırma eğilimi’ hakkında Daire’nin
gerekçesinin izlenmesini ve Devletler’in, uygulamaları yoluyla, AĐHS’nin 2 § 1.
maddesinin ikinci cümlesinde öngörülen istisnayı yürürlükten kaldırdıkları ve
ölüm cezasının, 3. madde uyarınca insanlık dışı ve küçültücü muamele teşkil
ettiği sonucuna vararak bir adım ileri gitmesini istemiştir. Bu bağlamda,
başvuran Daire’ye sunmuş olduğu görüşlerini yinelemiştir (bkz. 12 Mart 2003
tarihli kararın 175-179. paragrafları).
AĐHS 1950 senesinde imzalandığı zaman, ölüm cezası Avrupa’da insanlık
dışı ve küçültücü bir ceza olarak görülmemekte ve bazı Devletlerin mevzuatında
yer almaktaydı. Anılan tarihten itibaren, Avrupa genelinde fiili - de factoyürürlükten kaldırmalar olmuştur. Bu gelişmeler, Sözleşmeci Devletlerin, 2 § 1.
maddeyi değiştirme amaçlı bir mutabakatı olarak görülmelidir.
158. Ölüm cezası, 3. maddeye aykırı insanlık dışı ve küçültücü bir
muamele olduğundan, 2. maddenin hiçbir yorumu, bir Devlete insanlık dışı ve
küçültücü muamele oluşturan ceza verme izni vermemelidir. Bu hususta,
başvuran aşağıdaki iddiaları sunmuştur.
159. Uluslararası ve karşılaştırmalı hukuktaki gelişmeler, ölüm cezasının
uluslararası hukuka da aykırı görülebileceğini göstermiştir. Bu bakımdan,
diğerleri yanında, ölüm cezasının Güney Afrika Anayasası’nın acımasız,
insanlık dışı veya küçültücü muameleyi yasaklayan hükmüne aykırı olduğuna
karar veren Güney Afrika Anayasa Mahkemesi’nin bir kararına (S /
Makwanyane, (1995) (6) Butterworths Constitutional Law Reports 665), ve bir
kaçağın Amerika Birleşik Devletleri’ne iadesine ilişkin bir davada, ölüm
cezasının insanlık dışı ve olağandışı bir cezaya eşdeğer olduğu kanısına varılan
Kanada Yüksek Mahkemesi kararına (US / Burns (2001) SCC 7) atıfta
bulunulmuştur. Birleşmiş Milletler Đnsan Hakları Komitesi de, ölüm cezasının
infazının Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 6. maddesine
aykırı olarak acımasız ve insanlık dışı muamele teşkil ettiği kararını vermiştir
(bkz. yukarıdaki paragraf 60). Ayrıca, Macaristan Anayasa Mahkemesi ve
Ukrayna, Arnavutluk, Litvanya ve Sırp Cumhuriyeti (Bosna-Hersek içerisinde)
Anayasa Mahkemeleri’nin benzer ifadelerine de değinilmiştir.
160. Son olarak, başvuran AĐHS’nin zorunlu standartlarını
karşılayamayan ve 6. madde uyarınca başvuranın haklarının ihlaline izin veren
48
bir Mahkeme’nin ölüm cezası vermesinin, 2. ve 3. maddelerin de ihlalini
oluşturduğunu ileri sürmüştür.
(b) Hükümet
161. Hükümet, Daire’nin, adil olmayan bir yargılamayı takiben ölüm
cezasının uygulanmasının 3. maddenin ihlali anlamına geldiği yönündeki
bulgusuna katılmamıştır.
Hükümet, ilk olarak, başvuranın ya da avukatlarının bu konuda hiçbir
argüman sunmamış olduklarını gözlemlemiştir. Đkinci olarak, AĐHM’nin davayı
kendiliğinden 3. madde açısından incelemeye karar vermiş olduğu farz edilse
dahi, 3. maddenin niteliği gereği bunun güç, hatta imkansız olduğunu ileri
sürmüştür. 3. madde anlamında insanlık dışı muamele, öznel bir anlayışa
dayanmaktadır, diğer bir ifadeyle, başvuran tarafından hissedilen korku ve
kaygının, 3. maddede belirlenen seviyeye ulaşmasıdır. Bu tür bir şikayet mevcut
olmadığı için, AĐHM’nin kendini başvuranın yerine koyması mümkün değildir.
Hükümet’in sunmuş olduğu görüşe göre, Daire tarafından varılan sonuç
Komisyon’un Çınar / Türkiye davasında almış olduğu kabuledilebilirlik kararına
(no. 17864/91, 5 Eylül 1994 tarihli Komisyon kararı, DR 79, sayfa 5) ve Abbas
Sertkaya / Türkiye kararına (no. 77113/01, 11 Aralık 2003, sayfa 4) aykırıdır.
Sözkonusu kararlarda, AĐHS kurumları, ölüm cezasının uygulanmasındaki
moratoryum idam edilme riskini ortadan kaldırdığı için başvuranların hiçbir
korku ya da kaygı duymadıkları sonucuna varmışlardır.
Başvuranın durumu, Çınar ve Abbas’ın durumları ile aynıdır ve
başvuranın davasında ölüm cezasının uygulanmayacağı garantisi daha kesindir:
başvuranın dava dosyası hiçbir zaman Parlamento’ya gönderilmediği için, ölüm
cezasının uygulanmasına izin veren süreç hiçbir zaman harekete geçirilmemiştir.
Ayrıca, Türk Hükümeti’nin ölüm cezasının uygulanmasına ilişkin moratoryumu
koşulsuzdur ve hiçbir suç veya birey kapsam dışı bırakılmamıştır. Hükümet, Đç
Tüzüğün 39. maddesi uyarınca AĐHM tarafından öngörülen ve başvuranın
idamının durdurulmasını gerekli kılan ihtiyati tedbir kararına uymuştur. Türk
Parlamentosu’nda başvuranın idam edilmemesi gerektiği yönünde kapsamlı bir
mutabakata varılmıştır ve Parlamento’nun sözkonusu dönemdeki yapısı, ölüm
cezasının kaldırıldığı tarihteki yapısıyla aynıdır.
Hükümet, Daire’nin kararı için delile dayanan hiçbir gerekçe olmadığını
ve bu kararın AĐHM’nin ölüm cezasının durdurulması yönündeki talebi yoluyla
haklı gösterilemeyeceğini ileri sürmüştür.
Son olarak, Türk Hükümeti’nin ölüm cezası hakkında Avrupa normlarına
uyma kararı, başvuranın idam edilmesine yönelik tüm riskleri ortadan
kaldırmıştır.
2. AĐHM’nin değerlendirmesi
49
(a) Sözleşmeci Devletlerin ölüm cezasına ilişkin
uygulamalarının yasal anlamı
162. AĐHM öncelikle başvuranın, Sözleşmeci Devletlerin bu alandaki
uygulamasının, 2 § 1. maddenin belli koşullar altında ölüm cezasına izin veren
ikinci hükmünde belirtilen kural dışı durumu ortadan kaldırmaya yönelik bir
mutabakat teşkil ettiği görüşüne değinmelidir. Fiiliyatta, Avrupa’da ölüm
cezasının neredeyse evrensel olarak kaldırılmasına rağmen, eğer 2. madde, ölüm
cezasına izin verdiği yönünde yorumlanırsa, 3. madde, 2 § 1. maddenin açık
yazılımını ortadan kaldırdığı için, ölüm cezasını yasakladığı şeklinde
yorumlanamaz (bkz. Soering / Đngiltere, 7 Haziran 1989 tarihli karar, A Serisi
no. 161, sayfa 40, § 103).
163. Büyük Daire, Daire’nin bu konuda aşağıda kaydedilen kararları ile
aynı görüştedir. (bkz. Daire kararının 189-196. paragrafları):
“…AĐHM öncelikle, başvuranın, Sözleşmeci Devletlerin bu alandaki
uygulamasının, belli koşullar altında ölüm cezasına izin veren 2 § 1. maddenin
ikinci cümlesinde belirtilen kural dışı durumu ortadan kaldırmaya yönelik bir
mutabakat teşkil ettiği görüşüne değinmelidir.
AĐHM, bir insan hakları sözleşmesi olarak AĐHS’nin özel niteliğinin
dikkate alınması ve AĐHS’nin bir boşluk içerisinde yorumlanmaması gerektiğini
vurgular. Mümkün olduğunca, bir bütününü oluşturduğu hukukun diğer
kurallarıyla uyum içinde yorumlanmalıdır (bkz, mutatis mutandis, AlAdsani/Đngiltere [GC], no. 35763/97, § 55, ECHR 2001-XI; ve
Loizidou/Türkiye, 18 Kasım 1996 tarihli karar, Raporlar 1996-VI, sayfa 2231, §
43). Ancak, AĐHM, öncelikle, bu davada ileri sürülen AĐHS hükümlerinin
yorumu ve uygulanması konularına eğilmelidir.
… AĐHM’nin, Soering/Đngiltere kararında, üye devletlerde oluşturulmuş
bir uygulamanın, AĐHS’de değişikliklere neden olabileceğini kabul ettiği
hatırlatılır. Bu konuda AĐHM, ulusal ceza politikasındaki ölüm cezasının genel
olarak kaldırılması uygulamalarının, Sözleşmeci Devletler’in 2 § 1. madde
uyarınca sağlanan istisnanın yürürlükten kaldırılmasına yönelik mutabakatı
teşkil etmek şeklinde anlaşılabileceğini ve sonuç olarak 3. maddenin yorumu
üzerindeki kısıtlamaları kaldırdığını kabul etmiştir (bkz. yukarıda kaydedilen
karar, § 103). Ancak, AĐHM, 6 No’lu Protokol’ün sözleşmeci devletlerin barış
zamanında ölüm cezasını kaldırmak yolunda yeni bir yükümlülük tesis etmek
için, mevzuatlarını alışılagelmiş yöntemle değiştirmeyi ve bunu her Devlete,
böyle bir yükümlülüğü üstlenme zamanını seçme serbestisi vererek, ihtiyari bir
belge yöntemiyle yapmayı arzuladıklarını gösterdiğini belirlemiştir. Dolayısıyla
AĐHM, 3. maddenin ölüm cezasını genel olarak yasakladığı yönünde
yorumlanamayacağı sonucuna varmıştır (ibid. §§ 103-104).
50
… Başvuran, AĐHM’nin Soering kararındaki yaklaşımına itiraz
etmektedir. Asıl iddiası, 6 No’lu Protokol’ün, Devletlerin uygulamalarının
kıyaslanabileceği çeşitli yöntemlerden sadece birini oluşturması ve
uygulamanın, Avrupa Konseyi üyesi Devletlerin tümünün “de facto” ya da “de
jure” ve tüm suçlar için, tüm koşullar altında ölüm cezasını kaldırmış olduklarını
göstermiş olması nedeniyle, değerlendirmenin hatalı olduğu şeklindedir.
Başvuran, doktrin açısından, Devletlerin hem 2 § 1 maddesine dayanma hakkını
kaldırarak, hem de bu süreci 6 No’lu Protokol’ü onaylamak suretiyle resmen
tanıyarak ölüm cezasını kaldırmamaları için neden bulunmadığını ileri
sürmüştür.
… AĐHM, AĐHS’nin günümüz koşulları altında değerlendirilmesi
gereken, yaşayan bir belge olduğunu ve insan haklarının ve temel özgürlüklerin
korunması alanında gerekli olan yüksek standardın, demokratik toplumların
değerlerinin ihlal edilmesini değerlendirmede daha büyük bir kararlılık
gerektirdiğini hatırlatır (bkz. Selmouni/Fransa, 28 Temmuz 1999 tarihli karar,
Raporlar 1999-V, § 101).
… Bir muamele veya cezanın, 3. maddenin amaçları doğrultusunda
insanlık dışı veya küçültücü olup olmadığını değerlendirirken, bu alanda Avrupa
Konseyi Devletleri’nin ceza politikalarındaki gelişmeler ve kabul edilmiş
standartlardan etkilenilmesi gerektiğini hatırlatır (bkz. Soering, yukarıda
kaydedilen karar, sayfa 40, § 102). Ayrıca, insanlık dışı ve küçültücü muamele
ve ceza kavramları, AĐHS 1950 senesinde yürürlüğe girdiğinden ve 1989
senesindeki Soering/Đngiltere kararından beri dikkate değer bir biçimde tekamül
etmiştir.
… Aynı şekilde, AĐHM, ölüm cezasına ilişkin yasal konumunun, Soering
davası karara bağlandığından beri dikkate değer bir şekilde tekamül ettiğini
gözlemlemiştir. 1989 senesinde yirmi iki devlete ilişkin sözkonusu davada
belirtilen de facto ‘yürürlükten kaldırma’, kırk dört Sözleşmeci Devletin kırk
üçünde de jure ‘yürürlükten kaldırma’ya ve henüz cezayı kaldırmamış olan
Rusya’da, moratoryuma çevrilmiştir. Avrupa’da barış zamanlarında ölüm
cezasının tamamen kaldırılması, tüm Sözleşmeci Devletler’in 6 No’lu
Protokol’ü imzalamaları ve Türkiye, Ermenistan ve Rusya dışındaki kırk bir
Devlet’in bunu onaylaması ile görülebilir.1
Bu husus, ayrıca, yeni üye
Devletlerin ölüm cezasını kaldırmayı, örgüte kabul edilmelerinin bir şartı olarak
üstlenmelerini gerektiren Avrupa Konseyi politikalarında görülebilir. Sözkonusu

1
Daire’nin karar tarihi olan 12 Mart 2003’de 6 No.lu Protokol, Avrupa Konseyi’nin (Türkiye’yi de kapsayan)
kırk dört üye Devlet’i tarafından onaylanmış ve diğer iki üye Devlet (Monaco ve Rusya) tarafından
imzalanmıştır (bkz. yukarıdaki paragraf 58).
51
gelişmelerin bir sonucu olarak, Avrupa Konseyi’nin üye devletlerinin toprakları,
ölüm cezasının uygulanmadığı bölgeler haline gelmiştir.
… Bu tür önemli bir gelişme, tüm Sözleşmeci Devletlerin 6 No.lu
Protokol’ü imzaladıkları ve bunun kırk bir Devlet tarafından onaylandığı
gözönüne alındığında, Sözleşmeci Devletlerin 2 § 1. maddenin ikinci cümlesini
yürürlükten kaldırmak ya da en azından değiştirmek üzere mutabakata
vardıklarının göstergesi olarak alınabilir. 2. maddedeki ölüm cezası istisnasının,
değişikliğe uğratıldığı sonucuna varmadan önce, kalan üç Devlet tarafından 6.
Protokol’ün onaylanmasını beklemenin gerekli olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Bu kadar tutarlı gelişmeler karşısında, barış zamanındaki ölüm cezasının, artık
2. maddede izin verilmeyen, kabul edilemez bir ceza şekli olarak kabul edilmesi
gerektiği söylenebilir.”
164. AĐHM, ölüm cezasının tüm koşullar altında kaldırılmasına ilişkin 13
No’lu Protokol’ü imzaya açarak, Sözleşmeci Devletlerin, ölüm cezasını
kaldırma politikaları gereği Sözleşme metninin değiştirilmesi hususunda
geleneksel yöntemi seçmiş olduklarını kaydeder. Sözkonusu kararın verildiği
tarihte, üç üye Devlet bu Protokol’ü imzalamış değildir ve on altı Devlet henüz
onaylamamıştır. Ancak, ölüm cezasının tamamen -barış ve savaş zamanlarındakaldırılmasına ilişkin bu son adım Sözleşmeci Devletlerin uygulamalarındaki
‘yürürlükten kaldırmacı’ eğilimin teyidi olarak görülebilir. 2.maddenin, barış
zamanında ölüm cezasına izin verilmesi nedeniyle değişikliğe uğratılacağı
görüşüne ters düşmesi gerekli değildir.
165. Halihazırda 13 No’lu Protokol’ü imzalamamış ya da onaylamamış
birçok Devlet olması, AĐHM’nin Sözleşmeci Devletlerin, ölüm cezasının
uygulanmasını AĐHS’nin savaş zamanında dahi çekince getirilemeyen 3.
maddesine aykırı insanlık dışı ve küçültücü bir muamele olarak gören yerleşik
bir uygulamaları bulunduğunu ileri sürmesini engellemektedir. Ancak, Büyük
Daire, 2. madde halen ölüm cezasına izin verdiği yönünde yorumlansa dahi,
adil olmayan bir yargılamayı müteakip ölüm cezası uygulamak AĐHS’ye aykırı
olacağı için aşağıda kaydedilen nedenlerden dolayı, AĐHM’nin bu konuda kesin
karara varmasının gerekli olmadığı hususunda Daire ile görüş birliği
içerisindedir.
(b) Adil olmayan yargılamalar ve ölüm cezası
(i) 2. Madde uyarınca
166. Büyük Daire, Daire’nin AĐHS’nin 2. maddesindeki “Mahkeme’nin
kararının uygulanması” atfı ile mutabıktır (bkz. Daire kararının 201-204.
paragrafları):
52
“… Yaşam hakkını teminat altına alan 2. madde, AĐHS’nin en önemli
maddeleri arasında yer aldığı cihetle (15. madde gereğince, barış zamanında
çekince getirilemeyen maddelerden biridir) ve Avrupa Konseyi’ni oluşturan
demokratik toplumların temel değerlerinden birini oluşturduğu için, hükümleri
en dar şekilde yorumlanmalıdır. (bkz., mutatis mutandis, McCann/Đngiltere, 27
Eylül 1995 tarihli karar, A Serisi no. 324, sayfa 45-46, § 147). Aynı husus, 2.
maddenin ikinci cümlesi için de geçerlidir.
… Ölüm cezası 2. madde gereği halen müsaade edilebilir olsa dahi,
AĐHM ölüm cezası sonucunda yaşam hakkından keyfi olarak mahrumiyetin
yasaklanmış olduğunu kaydeder. Bu durum, “Herkesin yaşama hakkı yasanın
koruması altındadır” gereğinden kaynaklanmaktadır. Keyfi bir fiil, AĐHS
uyarınca yasal olamaz (Bozano/Fransa, yukarıda kaydedilen karar, §§ 54 ve 59).
… Sözkonusu durum aynı zamanda, yaşam hakkından mahrumiyetin 2 §
1. maddedeki “Mahkeme’nin kararının uygulanması” çerçevesinde ve cezayı
veren ‘Mahkeme’nin, AĐHM içtihadı gereği bağımsız ve tarafsız bir Mahkeme
olması (yukarıda kaydedilen Đncal/Türkiye, yukarıda kaydedilen
Çıraklar/Türkiye, Findlay/Đngiltere, 25 Şubat 1997, Raporlar 1997-I,
Hauschildt/Danimarka, 24 Mayıs 1989, A Serisi no. 154) ve tarafsızlığın en
kesin standartlarının, ilk mercideki ve temyizdeki cezai takibatlarda gözetilmesi
gereğinden kaynaklanmaktadır. Ölüm cezasının uygulanması geri dönülemez
olduğu için, keyfi ve yasadışı can almadan kaçınılması, bu tür standartların
uygulanması yoluyla gerçekleşebilir (bkz., bu bağlamda, ECOSOC Önergesi’nin
1984/50 5. maddesi ve BM Đnsan Hakları Komitesi kararları - …: aynı zamanda,
Amerika Arası Đnsan Hakları Mahkemesi’nin ‘Adil yargılanma teminatı
çerçevesinde konsolosluk yardımına dair bilgi alma hakkı’na ilişkin 1 Ekim
1999 tarihli Hukuki Raporu OC-16/99, §§ 135-136, ve Hilaire, Constantine ve
Benjamin et al/Trinidad ve Tobago, § 148 - …). Son olarak, 2. maddedeki
cezanın ‘kanunen öngörülmüş’ olması gereği, cezanın iç hukukta bir temele
dayanması, kanunun üstünlüğüne tamamen saygı gösterilmesi ve kanuni
dayanağın, AĐHM içtihadından anlaşıldığı gibi “ulaşılabilir” ve ‘tahmin
edilebilir’ olması gerektiği anlamına gelir (bkz. Amann/Đsviçre [BD], no.
27798/95, § 56, ECHR 2000-II, Rotaru/Romanya [BD], no. 28341/95, § 52,
ECHR 2000-V).
… 2. maddenin yukarıda kaydedilen yorumundan anlaşıldığı gibi adil
şekilde yargılanmamış bir şahsa ölüm cezası uygulanması müsaade edilebilir
değildir.”
(ii) 3. Madde uyarıca
53
167. Adil olmayan bir yargılama durumunda, 2. maddenin yorumuna
ilişkin yukarıda kayıtlı sonuç, sözkonusu koşullarda verilen ölüm cezasını, 3.
madde çerçevesinde incelerken, AĐHM’yi yönlendirmelidir.
168. AĐHM’nin 3. maddeye ilişkin olarak daha önce belirtmiş olduğu
şekilde, ölüm cezasının verilme ya da uygulanma şekli, mahkumun kişisel
koşulları, işlenen suçun vahameti ile orantısızlık ve ölüm cezasının ifası
öncesindeki tutukluluk koşulları, mahkumun maruz kaldığı muamele ya da
cezayı 3. madde bağlamındaki yasaklamaya dahil eden faktörlerin örnekleridir.
(bkz. Soering, yukarıda kaydedilen, sayfa 41, § 104).
169. AĐHM’nin kanaatince, adil olmayan bir yargılama ardından bir
kişiye ölüm cezası vermek, bu kişiyi yanlış bir biçimde, idam edileceği
korkusuna maruz bırakmaktır. Kararın uygulanacağına ilişkin gerçek bir
olasılığın var olduğu durumlarda, ölüm kararının yol açtığı geleceğe dair korku
ve belirsizlik duyguları, önemli derecede kaygıya neden olmaktadır. Bu tür bir
kaygı, insan hayatının tehlikede olduğu düşünüldüğünde, AĐHS uyarınca kanuna
aykırı olan kararın temelini oluşturan işlemlerin adaletsizliğinden ayrılamaz.
(iii) Sözkonusu ilkelerin davaya uygulanması
170. AĐHM, 1984 senesinden beri Türkiye’de ölüm cezalarının
uygulanmasına ilişkin moratoryum bulunduğunu ve sözkonusu davada, Türk
Hükümeti’nin infazın durdurulmasına ilişkin Đç Tüzüğün 39. maddesi
çerçevesinde AĐHM’nin aldığı ihtiyati tedbir kararına uymuş olduğunu belirtir.
Ayrıca, o zaman Türk Anayasası’nca öngörülmüş olduğu gibi başvuranın
dosyasının, ölüm cezasının onayı için Meclis’e gönderilmediği de belirtilmiştir.
171. AĐHM ayrıca, bu bağlamda, Türkiye’de ölüme mahkum edilen bir
başvuranın davasında Komisyon’un 3. maddenin ihlal edilmiş olduğuna dair bir
iddiayı reddetmiş olduğu Çınar davasına (yukarıda kaydedilen, s. 5) değinmiştir.
Komisyon, muhakemesinde, ölüm cezasına ilişkin uzun süreli moratoryumu
gözönüne almış ve dava koşullarında, ölüm cezasının uygulanması riskinin
gerçek olmadığı sonucuna varmıştır.
172. Büyük Daire, sözkonusu davanın özel koşullarının Çınar davasında
varılan sonuçlara varılmasını engellediği hususunda Daire ile görüş birliği
içerisindedir. Binlerce kayba yol açan bir şiddet grubuna dahil bir örgüt olan
PKK lideri ve kurucusu olarak geçmişi, başvuranı Türkiye’de en çok aranan
insan haline getirmiştir. Başvuranın Türk Ceza Kanunu’nda yer alan en ciddi
suçlardan hüküm giydiği ve Türkiye’de başvuranın idam edilip edilmemesine
ilişkin siyasi tartışma – ölüm cezasının kaldırılmasına ilişkin karardan önce –
gözönüne alındığında, kararın uygulanması riskinin gerçek olduğu olasılığını
gözardı etmek mümkün değildir. Sözkonusu risk, başvuranın, Yargıtay’ın
mahkumiyetini onayladığı 25 Kasım 1999 tarihinden Ankara Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nce ölüm cezasının değiştirilerek müebbet hapse mahkum edildiği 3
54
Ekim 2002 tarihine kadar Đmralı Adası’nda tutuklu bulunduğu üç yılı aşkın bir
süre devam etmiştir.
173. AĐHM, başvuranın duruşmasının niteliği hususunda, başvuranın
AĐHS’nin 6. maddesi çerçevesindeki şikayetlerine dair vardığı sonuçlara atıf
yapar. 6 § 1. madde uyarınca başvuranın bağımsız ve tarafsız bir mahkeme
tarafından yargılanmadığı ve başvuran gözaltında tutulduğu süre içerisinde
avukatına ulaşamadığı, resmi sorumlular duymadan avukatları ile görüşemediği,
avukatları ile görüşme sayısı ve süresine sınırlamalar getirildiği, işlemler ileri bir
safhaya gelene kadar dava dosyasına bakamadığı ve avukatları dosyayı detaylı
şekilde incelemek için yeterli süreye sahip olmadığı için 6 §§ 3 (b) ve (c) madde
ile birlikte 6 § 1. maddenin öngördüğü savunma hakkının ihlal edildiği sonucuna
varmıştır.
174. Bu nedenle, ölüm cezasını içeren davalarda öngörülen kesin
tarafsızlık standartlarına uygun olduğu düşünülemeyecek, adil olmayan bir
süreci takiben başvurana ölüm cezası verilmiştir. Ayrıca, başvuran yaklaşık üç
yıl boyunca sözkonusu kararın verilmesinin sonuçlarından dolayı sıkıntı
çekmiştir.
175. Sonuç olarak, AĐHM bağımsızlığı ve tarafsızlığı tartışmaya açık bir
Mahkeme tarafından, adil olmayan bir yargılama sonucu başvurana ölüm cezası
verilmesinin, 3. maddenin ihlaliyle, insanlık dışı bir muamele oluşturduğu
sonucuna varmıştır.
IV. AĐHS’NĐN 3. MADDESĐNĐN ĐHLAL EDĐLDĐĞĐ ĐDDĐASI:
TUTUKLULUK KOŞULLARI
176. Başvuran ayrıca, Kenya’dan Türkiye’ye gönderildiği ve Đmralı
Adası’nda alıkonduğu koşulların AĐHS’nin aşağıda kaydedilen 3. maddesine
aykırı bir muamele olduğu hususunda şikayette bulunmuştur :
“Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere
tabi tutulamaz.”
A. Başvuranın Kenya’dan Türkiye’ye gönderildiği koşullar
1. Başvuranın görüşleri
177. Başvuran, Kenya’da Türk görevliler tarafından ‘kaçırıldığını’ ve
kaçırılmasının fiziksel bütünlüğüne saygı duyulması hakkının ihlali olduğunu
belirtmiştir. Yakalanmasının cereyan ettiği koşulların, küçültücü ve insanlık dışı
muamele oluşturduğunu da eklemiştir. Đfadesine göre, siyasi nedenlerle
kaçırılması, 3. maddenin ihlalini teşkil etmektedir.
55
2. Hükümet’in görüşleri
178. Hükümet, Büyük Daire’den Daire’nin başvuranın Kenya’dan
Türkiye’ye gönderildiği koşulların 3. maddeyi ihlal etmediği yönündeki kararını
onamasını istemiştir.
3. AĐHM’nin değerlendirmesi
(a) Genel ilkeler
179. AĐHS’nin 3. maddesi, demokratik toplumların temel değerlerinden
birine ilişkindir (bkz. Soering, yukarıda kaydedilen, sayfa 34, § 88). AĐHM,
Devletlerin günümüzde toplumlarını, terörist şiddetten koruma konusunda
karşılaştıkları büyük zorlukların farkındadır. Ancak, sözkonusu koşullar altında
bile, Sözleşme kesin olarak, mağdurun tavrından bağımsız olarak işkenceyi ya
da insanlık dışı veya küçültücü muamele veya cezayı yasaklamaktadır. 3. madde
istisnai duruma yer vermemekte, 15. madde çerçevesinde, savaş ve başka bir
ulusal olağanüstü durumda dahi, üçüncü maddeye çekince getirilememektedir.
(Chachal / Đngiltere, 15 Kasım 1996 tarihli karar, Raporlar 1996-V, sayfa 1855,
§ 79).
180. Kötü muamelenin, 3. madde kapsamına girmesi için, asgari vahamet
düzeyine ulaşması gerekir. Bu asgari düzeyin değerlendirilmesi, muamelenin
süresi, fiziki ve zihinsel etkileri ve bazı durumlarda, cinsiyet, yaş ve mağdurun
sağlık durumu gibi dava koşullarına bağlıdır (bkz., diğer yetkili makamlar
arasında, Đrlanda/Đngiltere, 18 Ocak 1978 tarihli karar, A Serisi no. 25, sayfa 65,
§ 162). 3. maddenin ihlal edilip edilmediğine dair kararın dayandırıldığı
kanıtların değerlendirilmesinde, AĐHM “makul şüphenin ötesinde” kanıt
standardını gözetir, fakat bu tür bir kanıtın, yeterli derecede güçlü, açık ve
uygun sonuçların ya da benzer reddedilmemiş maddi karinelerin bir arada
varolmasından kaynaklanabileceğini de ekler. Bu bağlamda, kanıtlar ele
geçirildiğinde tarafların tavırları gözönüne alınmalıdır (ibid., sayfa 65, § 161).
181. Mahkeme, muameleyi, şu koşullarda, 3. madde bağlamında
insanlıkdışı olarak görmektedir: Önceden tasarlanmış, saatlerce uygulanmış,
yaralanmalara ve fiziksel ve ruhsal acılara neden olmuştur (bkz. Kudla / Polonya
kararı, [GC], no. 30210/96, § 92, ECHR 2000 – XI). Ayrıca, bir muamelenin
veya cezanın Sözleşme’nin 3. maddesi anlamında “aşağılama” sayılıp
sayılmayacağını belirlerken, Mahkeme, muamelenin veya cezanın amacının
ilgili kişiyi aşağılama veya küçük düşürme olup olmadığını ve Sözleşme’nin 3.
maddesine aykırı olarak, şahsın kişiliğini kötü yönde etkileyip etkilemediğini
dikkate alacaktır (10 Şubat 1983 tarihli Albert ve Le Compte kararı, A Serisi, no.
58, s. 13, § 22). Bir tutuklamanın veya yakalamanın Sözleşme’nin 3. maddesi
bağlamında onur kırıcı olması için küçük düşürme veya aşağılamanın belirli bir
düzeye erişmesi ve sıradan yakalama veya tutuklamanın neden olduğu küçük
56
düşürme düzeyinden farklı olması gerekir (bkz. 16 Aralık 1997 tarihli Raninen /
Finalandiya kararı, Raporlar 1997 – VIII, s. 2821 – 2822, § 55)
182. Sözkonusu davada, şikayette bulunulan muamele şekillerinden biri
olan kelepçeleme, kanuna uygun şekilde yakalamanın ya da tutuklamanın
öngörüldüğü ve mevcut şartlar içinde makul ölçülere göre gerekli görülen sınırı
aşacak şekilde kuvvet kullanımını ve kamuoyuna teşhir etmeyi gerektirmeyen
durumlarda AĐHS’nin 3. maddesine göre bir sorun yaratmaz. Bu bakımdan, ilgili
kişinin yakalanmaya karşı koyacağına, kaçmaya çalışacağına veya yaralama ya
da hasara yol açacağına inanılmasına dair bir neden olup olmadığı önem
taşımaktadır. Bunun yanında, muamelenin kamusal niteliği ya da sadece
mağdurun kendi gözünde aşağılanması hususu ilgili bir görüş olabilir (Tyrer /
Đngiltere, 25 Nisan 1978 tarihli karar, A Serisi no. 26, sayfa 16, § 32, ve
Raninen, yukarıda kaydedilen, sayfa 2822, § 56).
183. Birçok günü kapsayan uzun süreler boyu mahkumların gözlerini
bağlayarak suni olarak görmelerini engellemek, diğer kötü muamele yöntemleri
ile birleştiğinde, mahkumları güçlü bir psikolojik ve fiziksel baskıya maruz
bırakır. AĐHM her bir davanın özel koşullarında bu tür bir muamelenin etkilerini
incelemelidir (bkz., mutatis mutandis, Salman / Türkiye [BD], no. 21986/93, §
132, ECHR 2000-VII).
(b) Yukarıda kaydedilen ilkelerin sözkonusu davaya uygulanması
184. Büyük Daire, Daire’nin bulgularını incelemiş ve tarafların
görüşlerini destekleyecek mevcut iddialara ek iddiaların yokluğunda, aşağıda
kaydedilen bulguları kabul etmiştir:
“… başvuran uçaktaki Türk güvenlik güçleri tarafından yakalanıp Đmralı
Adası’ndaki cezaevine varana kadar kelepçe takmak zorunda bırakılmıştır.
[AĐHM] ayrıca, başvuranın Türk güvenlik güçlerine karşı silahlı bir mücadeleye
giren silahlı bir ayrılıkçı hareketin lideri olmasından şüphelenildiğini ve tehlikeli
olarak kabul edildiğini not etmektedir. AĐHM, Hükümet’in, tutuklama sürecinde
alınan güvenlik önlemlerinden biri olarak başvuranı kelepçe takmaya
zorlamasının tek amacının, başvuranın kaçmaya ya da kendisine veya
başkalarına zarar vermeye çalışmasını engellemek olduğu yönündeki görüşünü
kabul etmiştir.
… Başvuranın Kenya’dan Türkiye’ye yolculuğu sırasında gözlerinin
bağlanması konusunda AĐHM, bunun güvenlik güçleri mensupları tarafından
başvuranın kendilerini tanımamaları için alınmış bir önlem olduğunu
gözlemlemiştir. Hükümet, ayrıca, bunun başvuranın kaçmasını ya da kendini
veya başkalarını yaralamasını engelleyecek bir yol olduğu kanısındadır.
57
Başvuran, gözlerinin bağlı olduğu süre içerisinde güvenlik güçleri tarafından
sorgulanmamıştır. AĐHM, Hükümet’in alınan tedbirin amacının başvuranı küçük
düşürmek veya aşağılamak değil, başvuranın Türkiye’ye gönderilmesinin
sorunsuz şekilde gerçekleştirilmesini sağlamak olduğu şeklindeki açıklamasını
kabul etmiş ve başvuranın karakteri ve yakalanmasına gösterilen tepkiler
gözönüne alındığında, operasyonun başarıya ulaşması için dikkate değer bir
özen ve uygun tedbirler gerektiğini onaylamıştır.
… Başvuranın kendisini Türkiye’ye geri götüren uçak içerisinde gözleri
bağlı olduğu halde resminin çekilmesi, AĐHM’nin bu konudaki görüşünü
değiştirmemiştir. AĐHM, yakalanmasını müteakip başvuranın hayatı için kaygı
duyulduğuna ve Hükümet’in polis tarafından kullanılması için çekildiğini
belirttiği fotoğrafların başvuranın durumu için endişe edenlerin kaygılarını
gidermek için kullanıldığına işaret etmektedir. AĐHM, son olarak, başvuranın
Türkiye’deyken hapse gönderilmesinden kısa bir süre önce fotoğrafları çekildiği
sırada gözlerinin bağlı olmadığını da not etmektedir.
… Başvuran, Kenya’dan Türkiye’ye gönderildiği sırada sakinleştirici
ilaçların etkisi altında olduğunu ve ilaçların kendisine ya uçağa binmeden önce
Nairobi’deki Yunan Büyükelçiliği’nde ya da kendisini Türkiye’ye götüren
uçakta verilmiş olduğunu belirtmiştir. Hükümet ikinci iddiaya itiraz etmiştir.
AĐHM, dava dosyasında, Türk güvenlik güçlerinin başvurana ilaç verdiğine dair
iddiayı kanıtlayacak bir delil olmadığını belirtmiştir. Başvuran da en olası
açıklamanın, ilacın kendisine Nairobi’den Türkiye’ye gitmek üzere uçağa
bindirilmeden önce verilmiş olduğunu düşünüyor gibi göründüğü için AĐHM,
Türk yetkilileri aleyhindeki bu iddianın aslının bulunmadığı kanısına varmıştır.
… AĐHM, aynı zamanda, başvuranın, gözaltında tutulduğu sürenin
bitiminden sonra kendisini gören AĐÖK üyelerine Türkiye’ye gönderilmesi
sırasında ya da gözaltında tutulduğu süre içerisinde kötü muameleye maruz
kalmadığını bildirdiğini not etmektedir… Diğer taraftan, 31 Mayıs 1999
tarihindeki duruşmada, başvuran Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde:
‘Yakalandığım tarihten şu ana kadar işkence, kötü muamele ya da hakarete
maruz bırakılmadım’ şeklinde bir açıklamada bulunmuştur. Ölüm cezası
istemiyle yargılanmasının bir sonucu olarak başvuranın sözkonusu tarihte içinde
bulunduğu savunmasız durum, yukarıdaki ifadesinin tek başına gerçekleri
saptamaya yetmeyeceği anlamına gelmekle birlikte, sözkonusu ifade
Hükümet’in iddialarını desteklemektedir.
… Son olarak, başvuranın yakalanması Türk kanunlarına göre hukuka
uygun olduğundan, AĐHM, başvuranın, siyasi görüşlerinden dolayı yurtdışında
“kaçırılması”nın, AĐHS’nin 3. maddesi bağlamında insanlık dışı veya küçük
düşürücü muamele oluşturduğu şeklindeki savunmasını kabul edemez.
58
… Bu durumda, AĐHM, başvuranın yakalanması ve Kenya’dan
Türkiye’ye getirilmesine ilişkin koşulların, her yakalanma ve tutukluluk halinin
özünde bulunan olağan küçük düşme seviyesini aştığının veya AĐHS’nin 3.
maddesinin uygulanmasını gerektirecek asgari vahamet düzeyine ulaştığının
“hiçbir şüpheye yer bırakmayacak” şekilde kanıtlanmadığı kanısındadır.
185. Sonuç olarak, bu hususta 3. madde ihlal edilmemiştir.
B. Đmralı Adası’ndaki Tutukluluk Koşulları
1. Başvuranın görüşleri
186. Başvuran, Daire’nin, kendisinin Đmralı Adası’ndaki tutukluluk
koşullarının, 3. maddeyi ihlal etmediği şeklindeki tespitine katılmamıştır.
Koşulların, 3. maddenin anlamı kapsamında insanlık dışı olduğunu, ya da en
azından, 8. madde kapsamındaki haklarından faydalanmasına yönelik orantısız
bir müdahale olduğunu ifade etmiştir. Beş yıldan fazla bir süredir cezaevindeki
tek kişidir; televizyon edinme ve telefonla haberleşme yasağıyla ve yetersiz
deniz ulaşım imkanlarının, avukatları ve ailesinin ziyaretlerinin önüne koyduğu
engelle, sosyal izolasyonu daha da kötüleştirilmiştir. Başvuran, AĐÖK’ün sosyal
izolasyonun azaltılmasına yönelik tavsiyelerinin, cezaevi yetkililerince
uygulanmadığına dikkat çekmiştir. Kendisinin tutukluluk koşulları,
savunmasında yer aldığı şekliyle, diğer mahkumlarınkine göre daha serttir.
Başvuran, sağlığının, Đmralı’da hüküm süren özel hava koşullarının bir
sonucu olarak kötüleştiğini ve Hükümet’in kendisini bu cezaevinde tutma
hususundaki ısrarının, güvenlikten ziyade baskıcı tavrıyla ilgili olduğunu
söylemiştir. Hükümet’in, kendisinin normal bir cezaevine nakledilmesini veya
ziyaretçilerin adaya helikopterle gelmesine izin verilmesini reddetmesinin hiçbir
gerekçesi yoktur.
2.Hükümet’in görüşleri
187. Hükümet, Büyük Daire’yi, Daire’nin başvuranın Đmralı Adası’ndaki
tutukluluk koşullarının 3. maddeyi ihlal etmediği şeklindeki tespitini
onaylamaya davet etmiştir. Başvuranın hiçbir safhada hücre hapsinde
tutulmadığına işaret etmiştir. Avukatları ve ailesi tarafından her hafta ziyaret
edilmiştir. 2002-2003 kışında yaşanan ve bazı ziyaretlerin iptaline sebep olan
deniz ve hava muhalefeti ise, oldukça olağan dışı durumlardır.
188. Hükümet, savunmasında başvuranın hücresinin uygun bir şekilde
döşendiğini gösteren fotoğraflar ortaya koymuştur. Başvuranın, kendisini lideri
olarak görmeye devam ettiği büyük bir silahlı ayrılıkçı örgütün başı olmaktan
yargılanıp mahkum edildiğine işaret etmiştir. Kendisinin telefonla iletişimine
59
yönelik kısıtlamaların tümü, başvuranın, örgütü hücresinden yönetmeye devam
etmesini önlemeye yöneliktir ve bu bir ulusal güvenlik konusudur. Ancak,
seçimleri doğrultusunda kitap ve gazete okuyabilmekte ve radyo
dinleyebilmektedir. Dış dünyayla yazılı olarak iletişiminin önüne hiçbir
kısıtlama getirilmemiştir. Başvuranın sağlığı konusuna gelince, hazırladıkları
günlük sağlık raporları AĐHM’ye düzenli olarak gönderilen doktorlar ve
psikologlar tarafından sıklıkla muayene edilmektedir.
189. Hükümet, başvurana, tutukluluk koşullarını düzenleyen Avrupa
standartlarına katı bir şekilde uyularak muamele yapıldığını ileri sürmüştür.
AĐHM’nin, 3. madde ihlaline hükmettiği ve tutukluluk koşullarının Öcalan’ın
durumundan çok daha kötü olduğu davalara atıfta bulunmuştur (örneğin,
Poltoratskiy / Ukrayna, no. 38812/97, AĐHM 2003-V; ve Kuznetsov / Ukrayna,
no. 39042/97, 29 Nisan 2003).
3. AĐHM’nin değerlendirmesi
190. AĐHM, öncelikle, 3. madde bağlamındaki şikayetleri incelerken
dikkate almak üzere başvuranın tutukluluk süresini belirlemelidir. AĐHM,
Büyük Daire’ye iletilen bir “dava”nın, ilke olarak Daire’nin kararında da
incelenen başvurunun tüm yönlerini kapsadığına işaret ederek, yargı yetkisinin
kapsamının yalnızca Daire’nin kabuledilebilirlik kararı ile sınırlandırıldığını
belirtmektedir. (bkz. mutatis mutandis, K. ve T. / Finlandiya [GC], no.
25702/94, §§ 139-141, AĐHM 2001-VII; Kingsley / Đngiltere [GC], no.
35605/97, § 34, AĐHM 2002-IV; Göç / Türkiye [GC], no. 36590/97, §§ 35-37,
AĐHM 2002-V; Refah Partisi ve Diğerleri / Türkiye [GC], no. 41340/98,
41342/98, 41343/98 ve 41344/98, AĐHM 2003-II). Daha ayrıntılı olarak,
başvurunun kabuledilebilirlik kararıyla belirtilen sınırları içerisinde, AĐHM,
kendi önünde yapılan yargılama esnasında ortaya çıkabilecek hukuki ve olaylara
ilişkin sorunları inceleyebilir. (bkz. diğerlerinin yanı sıra, Guerra ve Diğerleri /
Đtalya, 19 Şubat 1998 kararı, Raporlar 1998-I, s. 223, § 44; yukarıda anılan
Chalal, s. 1856, § 86; ve Ahmed / Avusturya, 17 Aralık 1996 kararı, Raporlar
196-VI, s. 2207, § 43). Kabuledilebilir bulunan şikayetlerle doğrudan ilgili
olmak kaydıyla, Büyük Daire’nin kararının alındığı tarihe kadar gerçekleşen
olayları bu genel yetkinin kapsamı dışında bırakmanın haklı bir nedeni
bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, bu davada, başvuran, Daire önündeki yargılama
esnasında, tutukluluk süresince bulunduğu sosyal izolasyonunun etkileri
hakkındaki görüşünün önemli hatlarını sunmuştur.
AĐHM, bu nedenle, başvuranın 16 Şubat 1999 ve bu kararın alındığı tarih
arasındaki tutukluluk koşullarını dikkate alacaktır. Başvuranın, daha sonra, bu
tutukluluğunun son kısmına ilişkin olarak yeni bir başvuru yapması durumu
değiştirmemektedir.
60
191. Tam duyusal izolasyon, tam sosyal izolasyon ile birleştiğinde kişiliği
parçalayabilir ve güvenlik gereksinimleri veya başka nedenlerle haklı
sayılamayacak insanlık dışı bir muamele şekli teşkil eder. Buna karşın, güvenlik,
disiplin veya koruma sebebinden dolayı diğer mahkumlarla temasın
yasaklanması, kendi başına insanlık dışı muamele veya ceza teşkil etmemektedir
(bkz. diğerlerinin yanı sıra Messina / Đtalya (karar) no. 25498/94, AĐHM 1999-
V).
192. Bu davada, başvuranın tutukluluğunun Türk makamlarına olağandışı
zorluklar yarattığı doğrudur. Başvuran, büyük ve silahlı bir bölücü hareketin
lideri olarak, Türkiye’de ülkedeki en tehlikeli terörist olarak görülmektedir.
Yakalanmasından dolayı gösterilen tepkiler ve kendi hareketi içinde ortaya
çıkan görüş ayrılıkları, hayatının gerçekten risk altında olduğunu
göstermektedir. Destekçilerinin, başvuranın cezaevinden kaçmasını sağlamak
isteyecekleri makul bir varsayımdır. Bu şartlar altında, Türk makamlarının
başvuranı alıkoymak için olağanüstü güvenlik önlemleri alınmasını gerekli
görmüş olmaları anlaşılabilmektedir.
193. Başvuranın hücresinin, eleştiriye mahal vermeyecek şekilde
döşendiği tartışmasızdır. AĐHM, elindeki fotoğrafları ve 2-14 Eylül 2001
tarihlerinde Türkiye’ye yaptıkları ziyaret sırasında başvuranın tutulduğu yeri de
ziyaret eden AĐÖK temsilcilerinin tespitlerini de değerlendirerek, başvuranın tek
başına bulunduğu hücrenin bir mahkum için yeterince büyük olduğunu ve bir
yatak, bir masa, bir koltuk ve bir kitaplık ile tefriş edildiğini not etmektedir.
Hücrede, klima, yıkanma ve tuvalet tesisatı ve iç avluya bakan bir pencere de
bulunmaktadır. Başvuranın, ciddi ve düzenli sağlık kontrollerinden geçirildiği
görülmektedir. AĐHM, bu koşulların AĐHS’nin 3. maddesine göre herhangi bir
sorun ortaya koymadığı kanısındadır.
194. Ayrıca, AĐHM, başvuranın duyusal izolasyon veya hücre cezasına
tabi tutulduğunun söylenemeyeceği kanısındadır. Tek mahkum olarak sadece
cezaevi personeli ile temas edebildiği doğrudur. Başvuranın kitapları, gazeteleri
ve bir radyosu bulunmaktadır. Televizyon yayınlarına veya telefona ulaşma
imkanı yoktur. Bununla birlikte, dış dünya ile mektupla iletişim
kurabilmektedir. Başvuran, doktorunu her gün, avukatlarını ve ailesini ise
haftada bir kez görmektedir (yargılama sırasında avukatlarının kendisini haftada
iki kez görmesine izin verilmekteydi). Kötü hava koşulları nedeniyle Đmralı
Adası’na ulaşımdaki zorluklar, cezaevi yetkililerine 2004 yılının sonunda uygun
bir araç tahsis edilmesinden sonra giderilmiş görünmektedir.
195. AĐHM, AĐÖK’nin, başvuranın sosyal izolasyonunun çok uzun
sürmesine izin verilmemesi ve bu izolasyonun etkilerinin başvurana bir
televizyon ve avukatları ve yakın akrabalarıyla iletişimi için telefon temin
edilmesi suretiyle azaltılması yönündeki tavsiyelerini not etmektedir. Ancak,
Daire gibi, Büyük Daire de, Hükümet’in, başvuranın lideri olduğu silahlı bölücü
hareketin üyeleriyle yeniden temas kurmak için dış dünya ile iletişim
olanaklarından faydalanabileceği yönündeki kaygılarının da farkındadır. Bu
61
kaygıların temelsiz olduğu söylenemez. Ek bir diğer mülahaza da, Hükümet’in,
başvuranın can güvenliğinin normal bir cezaevinde korunmasının zor olacağı
yönündeki endişesidir.
196. Büyük Daire, AĐÖK’nin tavsiyelerine uygun olarak, başvuranın tabi
tutulduğu göreceli sosyal izolasyonun uzun vadede yaratacağı etkilerin,
Türkiye’deki diğer yüksek güvenlikli cezaevlerinde tutulan mahkumlara tanınan
televizyon ve aile ile telefon irtibatı gibi kolaylıkların başvurana da sağlanarak
azaltılması gerektiğini düşünmekle birlikte, başvuranın tutulduğu Đmralı
Cezaevi’ndeki genel koşulların şu ana kadar AĐHS’nin 3. maddesi kapsamında
insanlık dışı veya küçük düşürücü muamele oluşturacak asgari vahamet
düzeyine ulaşmadığı yönündeki Daire görüşünü paylaşmaktadır. Sonuç olarak,
sözkonusu madde bu bağlamda ihlal edilmemiştir.
V. AĐHS’NĐN 34. MADDESĐ
197. Başvuran, yakalanmasından sonra Amsterdam’daki avukatlarının
kendisiyle temasa geçmelerine izin verilmeyişi ve Hükümetin AĐHM tarafından
istenilen bilgilere geç yanıt vermesi dolayısıyla bireysel başvuru hakkından
faydalanmasının engellendiği şikayetinde bulunmuştur. Başvuran, AĐHS’nin 34.
maddesinin ihlal edildiğini öne sürmüştür. Madde şöyledir:
“AĐHM, işbu Sözleşme ve Protokollerinde tanınan hakların Yüksek
Sözleşmeci Taraflardan biri tarafından ihlalinden dolayı mağdur olduğu
iddiasında bulunan her gerçek kişi, hükümet dışı kuruluş veya kişi gruplarının
başvurularını alabilir. Yüksek Sözleşmeci Taraflar bu hakkın etkin bir şekilde
kullanılmasına hiçbir suretle engel olmamayı taahhüt ederler.”
198. Hükümet, AĐHM’den bu şikayetlerin reddedilmesini talep etmiştir.
199. AĐHM, başvuran tarafından ortaya konan iki hususun, başvuru
hakkından etkili olarak faydalanmasını gerçekten engelleyip engellemediği
konusunda karar vermeye davet edilmiştir.
200. Yakalanmasından sonra Amsterdam’daki avukatlarıyla iletişim
kuramayışıyla ilgili olarak, AĐHM, Amsterdam’daki sözkonusu avukatlar da
dahil olmak üzere, başvuran tarafından seçilmiş avukatlardan oluşan bir grup
temsilcinin, daha sonra, AĐHM’ye başvuruda bulunarak, başvuranın
avukatlarıyla hiçbir temasının olmadığı süreye ilişkin tüm iddialarını ilettiklerini
not etmektedir. Dolayısıyla, başvuranın, bireysel başvuru hakkının, önem arz
edecek herhangi bir düzeyde engellendiğini gösteren hiçbir şey
bulunmamaktadır.
201. Daire’nin ikinci bilgi talebine Hükümet’in geç yanıt vermesi
hususunda ise, AĐHM, AĐHS’nin 34. maddesine göre Sözleşmeci Devletlerin,
bireysel başvuru yapan bir kişinin başvuru hakkından etkili olarak
faydalanmasını engelleyebilecek her türlü eylem veya ihmalden kaçınma
62
yükümlülüğünü üstlendiklerini yineler. Bir Sözleşmeci Devlet’in geçici
tedbirlere uymaması, AĐHM’nin başvuranın şikayetini etkili olarak incelemesini
ve başvuranın hakkından etkili olarak faydalanmasını engellemek olarak
değerlendirilmeli ve dolayısıyla AĐHS’nin 34. maddesinin ihlali olarak
görülmelidir. (bkz. Mamatkulov ve Askarov – Türkiye [BD], no. 46827/99
ve46951/99, § 128, AĐHM 2005-I). Ancak, üzüntüyle karşılanmakla birlikte,
Hükümet’in, AĐHM tarafından talep edilen bilgileri vermekte gecikmesi,
davanın özel koşulları çerçevesinde, başvuranın kendisine yönelik cezai
kovuşturma hakkındaki şikayetlerini ortaya koymasına mani olmamıştır.
202. Bu nedenle, başvuranın bireysel başvuru hakkından faydalanması
engellenmemiştir.
VI. DĐĞER ŞĐKAYETLER
203. Başvuran, aynı olgulara dayanarak, AĐHS’nin 7, 8, 9, 10, 13, 14 ve
18. maddelerinin, ayrı ayrı veya AĐHS’nin yukarıda değinilen maddeleri ile
birlikte ihlal edildiğini de iddia etmiştir.
204. Hükümet, diğer şikayetlerle ilgili olarak yukarıda ortaya konulan
hususları tekrarlamış, bu şikayetlerin de temelsiz olduğunu ve reddedilmesi
gerektiğini ifade etmiştir.
205. Başvuran, şikayetlerini takip etmeyi istemiştir.
206. AĐHM, başvuranın sunumlarında detaylı olarak yer almayan bu
şikayetleri inceleyerek, bunların, bu kararın önceki bölümlerinde incelediği
şikayetlerle aynı temel hususlara dayandığını not etmektedir.
Sonuç olarak, AĐHM, ayrı ayrı veya AĐHS’nin 2, 3, 5 ve 6. maddeleriyle
beraber değerlendirildiğinde, AĐHS’nin 7, 8, 9, 10, 13, 14 ve 18. maddeleri
kapsamındaki şikayetlerin ayrı bir incelemesinin yapılmasının gerekli olmadığı
kanısındadır.
VII. AĐHS’NĐN 46. VE 41. MADDELERĐ
A. AĐHS’nin 46. Maddesi
207. AĐHS’nin 46. maddesi şöyledir:
“1. Yüksek Sözleşmeci Taraflar, taraf oldukları davalarda Mahkeme’nin
kesinleşmiş kararlarına uymayı taahhüt ederler.
2. Mahkemenin kesinleşmiş kararı, kararın uygulanmasını denetleyecek
olan Bakanlar Komitesi’ne gönderilir.”
208. Başvuran, AĐHM’nin Sözleşme’nin 6. maddesinin ihlalini tespit
etmesi durumunda, savunma haklarının tümünden yararlanabileceği, bağımsız
ve tarafsız bir mahkemede yeniden yargılanma talebinde bulunmuştur.
63
AĐHM’nin, kendisinin tutukluluk koşullarıyla ilgili olarak 3. maddenin ihlalini
tespit etmesi durumunda, kıta üzerinde (karada) bir cezaevine nakledilmesi ve
diğer mahkumlar, aile üyeleri ve avukatları ile temasının kolaylaştırılması
talebinde bulunmuştur.
209. Hükümet, başvuranın ileri sürdüğü AĐHS hükümlerinin ihlal
edilmediğine ilişkin görüşünü teyid ederken, aksi durumda, ihlal tespitinin
başvuran için başlı başına yeterli bir adil karşılık oluşturacağını beyan etmiştir.
210. Başvuran tarafından talep edilen özel tedbirlere ilişkin olarak,
AĐHM, kararlarının esas itibariyle tespit edici nitelikte olduğunu ve genelde,
AĐHS’nin 46. maddesi kapsamındaki yükümlülüğünü ifa etmek için iç
hukukunda kullanacağı araçları seçmenin, Bakanlar Komitesi’nin denetimine
tabi olmak koşuluyla, öncelikle ilgili Devlet’e ait olduğunu yineler (bkz.
diğerlerinin yanı sıra, Assanidze / Gürcistan [BD], no. 71503/01, § 202, AĐHM
2004-II; Scozzari ve Giunta – Đtalya [BD], no. 39221/98 ve 41963/98, § 249,
AĐHM 2000-VIII, ve Brumarescu / Romanya (tazminat) [BD], no. 28342/95, §
20, AĐHM 2001-I).
Ancak, istisnai olarak, savunmacı Devlet’in 46. madde çerçevesindeki
yükümlülüklerini yerine getirmesine yardımcı olmak amacıyla, AĐHM, varlığını
tespit ettiği sistemik bir duruma son vermek için alınabilecek tedbir türünü
belirtmeye çalışacaktır. Böyle durumlarda, çeşitli seçenekler önerebilir ve
tedbirin seçimini ve uygulanmasını ilgili Devlet’in takdirine bırakır ( bkz.
Broniowski / Polonya [BD], no. 31443/96, § 194, AĐHM 2004-V).
Diğer bazı istisnai durumlarda, tespit edilen ihlal, ihlali gidermek için
alınması gereken tedbirlerle ilgili olarak seçenek bırakmayacak özellik
sergileyebilir ve AĐHM, sadece bir tedbir belirtmeye karar verebilir (bkz.
yukarıda anılan Assanidze, § 202).
Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile ilgili
olarak Türkiye’ye karşı açılan davaların özel durumu çerçevesinde, AĐHM
Daireleri, bu başvuruda verilen Daire kararından sonra verdikleri bazı
kararlarda, prensip olarak en iyi tazmin şeklinin, talep etmesi halinde başvuranın
gecikmeksizin yeniden yargılanması olacağını belirtmiştir (bkz. diğerlerinin yanı
sıra, Gençel / Türkiye, no. 53431/99, § 27, 23 Ekim 2003). Ayrıca, AĐHM’nin
bir Dairesi’nin, Đtalya’ya karşı açılan, 6. maddenin içerdiği adil olma
güvencelerinin ihlalinin tespit edilmesinin, yerel mahkemelerin bağımsız ve
tarafsız olmamaları ile ilgisinin bulunmadığı bir davada benzer tutum
benimsediği de not edilmelidir (bkz. Somogyi / Đtalya, no. 67972/01, § 86,
AĐHM 2004-IV).
Büyük Daire, yukarıda anılan içtihatta benimsenen genel yaklaşımı
onaylamaktadır. Mahkeme, bu davada olduğu gibi, bir kişinin AĐHS’nin
bağımsızlık ve tarafsızlık koşullarını yerine getirmeyen bir mahkeme tarafından
mahkum edildiği durumda, talep edilmesi halinde, yeniden yargılanmanın veya
davanın yeniden açılmasının, prensip olarak, ihlali gidermenin uygun bir yolu
olduğu kanısındadır. Ancak, eğer var ise, savunmacı Devlet’ten AĐHS’nin 46.
64
maddesi çerçevesindeki yükümlülüklerini yerine getirmesini teminen talep
edilen özel tedbirler, davanın özel koşullarına bağlı olmalı, bu davaya ilişkin
AĐHM kararında belirtilenler ışığında ve AĐHM’nin yukarıda kayıtlı içtihadı
dikkate alınarak belirlenmelidir.
B. AĐHS’nin 41. Maddesi
211. AĐHS’nin 41. maddesi şöyledir:
“Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse
ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlalin ancak kısmen telafi
edilmesine olanak tanıyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, zarara uğrayan tarafa
adil bir karşılık verilmesine hükmeder.”
1. Zarar
212. AĐHM, başvuranın maddi veya manevi zarara ilişkin herhangi bir
talepte bulunmadığını not etmekte ve başvuranın uğramış olabileceği herhangi
bir zararın da, AĐHS’nin 3 (adil olmayan yargılama sonrasında verilen idam
cezasına ilişkin olarak), 5 ve 6. maddelerin ihlal edildiğine ilişkin tespitiyle
yeterince tazmin edildiği sonucuna varmaktadır.
2. Mahkeme masrafları
213. Daire’deki yargılama sırasında başvuran kendisi için yurtdışında
çalışan yedi avukat ile üç stajyer avukatın ve Türkiye’deki avukatlarından
altısının yapmış olduğu masraflar için 1.123.933,96 Euro (EUR) talep etmiştir.
Daire, bu başlık altında başvurana 100.000 Euro ödenmesine karar
vermiştir.
Başvuran, AĐHS’nin 43. maddesi kapsamındaki süreç için ek 75.559,27
Euro talep etmiştir. Bu meblağın, 65.978,60 Euro’luk kısmının avukatlarının ve
onların asistanlarının ücreti; 9.580,72 Euro’luk kısmının da tercüme ve yolculuk
masrafları gibi muhtelif giderlerin karşılığı olduğunu izah etmiştir.
214. Hükümet, bu taleplerin, özellikle avukatların ücretinin, bariz şekilde
aşırı olduğunu ifade etmiştir.
215. AĐHM’nin yerleşik içtihadına göre, 41. madde uyarınca, gerçekten
yapıldığı, gerekli olduğu için yapıldığı ve miktar itibarıyla makul olduğu tespit
edilmedikçe, masraflar karşılanmayacaktır. (bkz. Sunday Times / Đngiltere, 6
Kasım 1980 kararı (eski 50. madde), Seri A no. 38, s. 13, § 23). Ayrıca,
65
yargılama masrafları yalnızca tespit edilen ihlalle bağlantılı oldukları sürece
telafi edilebilirler (Beyeler / Đtalya (tazminat) [BD], no. 33202/96, 28 Mayıs
2002, § 27).
216. Bu davada, AĐHM, başvuranın AĐHS kapsamındaki şikayetlerinden
yalnızca bazılarını onayladığını not etmektedir. Bu nedenle, başvuranın esas
avukatlarının karşılık talep ettiği sürenin veya toplantıların hepsinin, ihlal
edildiği tespit edilen şikayetler için kullanılmadığını kaydetmektedir.
217. AĐHM, başvurana, AĐHM önünde yaptığı masrafların sadece bir
kısmının ödenmesi gerektiğini düşünmektedir. Dava şartlarını, Đngiltere ve
Türkiye’de uygulanabilir ücret çizelgelerini ve başvuru ile ortaya konulan bazı
konuların karmaşıklığını dikkate alarak, yaptığı tarafsız değerlendirme
sonucunda, AĐHM, tüm yasal temsilcileri tarafından ortaya konulan şikayetler
bağlamında, başvurana 120.000 Euro ödenmesinin makul olduğuna karar
vermiştir. Bu tutar, başvuranın Türkiye’deki ve Đngiltere’deki temsilcilerinin
belirlediği banka hesaplarına yatırılacaktır.
3. Gecikme faizi
218. AĐHM, gecikme faizi olarak Avrupa Merkez Bankası’nın kısa vadeli
kredilere uyguladığı faiz oranına üç yüzde puanı eklemek suretiyle elde edilecek
oranın uygun olduğuna karar vermiştir.
BU SEBEPLERLE, AĐHM,
1. Hükümet’in, AĐHS’nin 5 §§ 1, 3 ve 4. maddelerine ilişkin ön itirazının
reddine oybirliğiyle;
2.Başvuranın gözaltının hukuki olup olmadığı hususunu ileri sürebileceği
bir iç hukuk yolunun olmaması nedeniyle AĐHS’nin 5 § 4. maddesinin ihlal
edildiğine oybirliğiyle;
3.Başvuranın yakalanmasına ilişkin olarak AĐHS’nin 5 § 1. maddesinin
ihlal edilmediğine oybirliğiyle;
4. Başvuranın, yakalandıktan sonra hemen bir hakim önüne çıkarılmaması
sebebiyle AĐHS’nin 5 § 3. maddesinin ihlal edildiğine oybirliğiyle;
5. Başvuran bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından yargılanmadığı
için, AĐHS’nin 6 § 1. maddesinin ihlal edildiğine, on bire karşı altı oyla;
6. Başvuranın adil yargılanmamasından dolayı, AĐHS’nin 6 § 3 (b) ve (c)
maddeleri ile birlikte, 6 § 1. maddesinin ihlal edildiğine oybirliğiyle;
66
7. AĐHS’nin 2. maddesinin ihlal edilmediğine oybirliğiyle;
8. Ölüm cezasının uygulanması konusunda, 2. madde ile birlikte ele
alındığında, AĐHS’nin 14. maddesinin ihlal edilmediğine oybirliğiyle;
9. Ölüm cezasının uygulanmasına ilişkin şikayetle ilgili olarak AĐHS’nin
3. maddesinin ihlal edilmediğine oybirliğiyle;
10. Adil olmayan bir yargılama neticesinde verilen ölüm cezası nedeniyle
3. maddenin ihlal edildiğine, on üçe karşı dört oyla;
11. Başvuranın Kenya’dan Türkiye’ye getirilme koşullarına ilişkin olarak
AĐHS’nin 3. maddesinin ihlal edilmediğine oybirliğiyle;
12. Başvuranın Đmralı Adası’ndaki tutukluluk koşullarına ilişkin olarak
AĐHS’nin 3. maddesinin ihlal edilmediğine oybirliğiyle;
13. Başvuranın AĐHS’nin 7, 8, 9, 10, 13, 14 ve 18. maddeleri bağlamında
yaptığı diğer şikayetlerinin, ayrı ayrı veya AĐHS’nin yukarıda anılan
maddeleriyle birlikte ele alındığında, ayrıca incelenmesine gerek olmadığına
oybirliğiyle;
14. AĐHS’nin 34. maddesinin in fine ihlal edilmediğine oybirliğiyle;
15. AĐHM’nin, AĐHS’nin 3, 5 ve 6. maddelerinin ihlal edildiğine ilişkin
tespitinin, başvuranın uğradığı herhangi bir zarar için, kendi başlarına yeterli bir
adil karşılık oluşturduğuna oybirliğiyle;
16. (a) Savunmacı Devlet’in, bu kararın 217. paragrafında belirtildiği
şekilde, başvuranın avukatlarına, üç ay içerisinde, ödemenin yapıldığı yere bağlı
olarak, ödeme tarihindeki kur üzerinden yeni Türk Lirası’na (YTL) veya
Sterlin’e çevrilmek suretiyle ve tahsil edilebilecek her türlü katma değer vergisi
eklenerek, mahkeme masrafları için 120.000 Euro (yüz yirmi bin Euro)
ödemesine;
b) yukarıda anılan üç aylık sürenin aşılmasından ödeme gününe kadar
geçen süre için Avrupa Merkez Bankası’nın kısa vadeli kredilere uyguladığı
faiz oranına üç yüzde puanı eklemek suretiyle elde edilecek oranın gecikme faizi
olarak uygulanmasına;
oybirliğiyle;
17. Başvuranın tazminat talebinin kalan kısmının reddine oybirliğiyle;
67
karar vermiştir.
Đngilizce ve Fransızca olarak hazırlanmış ve 12 Mayıs 2005 tarihinde
Strazburg’daki Đnsan Hakları Binası’nda açık duruşmada tefhim edilmiştir.
Paul MAHONEY Luzius WILDHABER
Sekreter Başkan
AĐHS’nin 45 § 2. maddesi ve AĐHM Đç Tüzüğü’nün 74 § 2. maddesi
uyarınca, aşağıdaki mütalaalar bu karara eklenmiştir:
(a) Garlicki’nin kısmi mutabakat, kısmi muhalefet şerhi;
(b) Wildhaber, Costa, Caflisch, Türmen, Garlicki ve Borrego
Borrego’nun ortak kısmi muhalefet şerhi;
(c) Costa, Caflisch, Türmen ve Borrego Borrego’nun ortak kısmi
muhalefet şerhi.
L.W.
P.J.M.
68
YARGIÇ GARLICKI’NĐN KISMĐ MUTABAKAT, KISMĐ MUHALEFET
ŞERHĐ

I. 3. Madde

1. Bu ayrı görüşü yazıyorum çünkü, bu davada, AĐHM, kararının hüküm
bölümünde, ölüm cezası verilmesinin başlı başına Sözleşme tarafından
yasaklanmış insanlık dışı ve küçültücü bir muamele teşkil etmesi dolayısıyla 3.
maddenin ihlal edildiğine hükmetmeliydi. Dolayısıyla, doğru olmakla birlikte,
çoğunluğun vardığı, adil olmayan bir yargılama sonunda verilen ölüm cezasının
3. maddeyi ihlal ettiği şeklindeki sonuç, bence esas sorunu ele almaya yetmiyor.
2. Bu davada bir ihlal olduğunu tespit etmek için çoğunluğun vardığı
sonucun yeterli olduğu ve ölüm cezası uygulanmasının artık her koşulda, 3.
maddeyle bağdaşmayan insanlık dışı ve küçük düşürücü muamele olarak
görülüp görülmeyeceğine dair –daha genel- hususta herhangi bir kesin sonuca
varmanın mutlaka gerekli olmadığı doğrudur. Yargısal anlamda kendine
sınırlama getirmenin pek çok erdemi olduğunu kabul etmekle birlikte, bunu
uygulamak için bu kararın iyi bir vesile olduğu hususunda ikna olmuş değilim.
AĐHS’nin orijinal metninin, 2 § 1. maddesinde ifade bulan teminatlar
devrede olduğu takdirde, ölüm cezasına olanak tanıdığının tamamen
farkındayım. AĐHM’nin, 1989 tarihli Soering kararında, yeni uluslararası
koşulların, 2 § 1. maddenin ikinci bölümünde belirtilen istisnanın kaldırıldığı
sonucuna varmasına olanak tanıdığı görüşünü kabul etmeyi reddettiğinin de
farkındayım. Bugün AĐHM, “barış zamanında ölüm cezasının, artık 2. madde
kapsamında müsaade edilmeyen, kabul edilemez bir ceza şekli olarak görülmeye
başlandığının söylenebileceği” hususunda mutabık kalırken (bkz. kararın 163.
paragrafı), AĐHS’nin orijinal metni içinde dahi, ölüm cezasına yer olmadığı
hususunda ikna olmuş gibi görünmektedir. Ancak, aynı zamanda, bu tutumunu
evrensel olarak bağlayıcı bir biçimde ifade etmemeyi seçmiştir. Kanımca,
AĐHM’nin bu davada, daha ileri gidebileceğini ve gitmiş olması gerektiğini
ortaya koyan bazı unsurlar bulunmaktadır.
3. Öncelikle, problemin özüne ilişkin herhangi bir ihtilaf bulunmadığı
görülmektedir. AĐHM, son on beş yıl içinde Avrupa Konseyi üye Devletleri’nin
çevrelediği toprakların ölüm cezasının bulunmadığı bir bölge haline geldiği ve
bu tür bir gelişmenin, artık Sözleşmeci Devletlere, 2 § 1. maddenin ikinci
cümlesini kaldırmayı veya en azından değiştirmeyi kabul ettikleri işaretini
veriyor olarak görülebileceği tespitinde tamamen haklıdır. Burada, Avrupa’daki
konuyla ilgili bütün gelişmelerin özetini vermenin bir gereği yoktur. Avrupa
Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin, en yakın tarihli kararlarında “ölüm
cezasının uygulanmasının insanlık dışı ve küçük düşürücü bir ceza ve en temel
hak olan yaşam hakkının ihlali olduğuna ve hukukun üstünlüğü temelinde
yönetilen medeni, demokratik toplumlarda ölüm cezasının yeri bulunmadığına
69
dair inancını yeniden teyit ettiği”ni hatırlatan 2002 Görüşü’nden alıntı yapmak
yeterli gözükmektedir. Dolayısıyla bugün, 2005 yılında, ölüm cezasının
kınanması kesinlik kazanmıştır ve en adil yargılama bile bu tür bir cezanın
verilmesini meşru kılamaz. Diğer bir deyişle, üye Devletler’in uygulama yoluyla
2 § 1. maddenin ikinci cümlesini değiştirmeyi kabul ettikleri sonucunu çıkarmak
mümkündür. Tek sorun şudur: böyle bir değişikliğin yapıldığını, bağlayıcı bir
biçimde ilan etme yetkisine kim sahip olacaktır? Dolayısıyla, bu, öze yönelik
değil, yargı yetkisine ilişkin bir sorundur. Sonuç olarak, açıkta kalan tek soru,
AĐHM’nin açık gerçeği ilan etme, yani günümüzde ölüm cezasının bizatihi
insanlık dışı ve küçük düşürücü bir ceza haline geldiğini ifade etme yetkisini
haiz olup olmadığıdır.
4. Bu soruyu cevaplandırırken, AĐHS’nin, bir uluslararası andlaşma
olarak, genel uluslararası hukuk kuralları, özellikle Viyana Sözleşmesi’nin 39.
maddesi çerçevesinde uygulanması ve yorumlanması gerektiği akılda
tutulmalıdır. Bu, AĐHS’yi değiştirmenin tek yolunun, “normal değişiklik
prosedürünü” izlemek olduğu anlamına gelir (bkz. Soering kararında §§ 103-104
ve bu kararda §§ 164-165).
Ancak AĐHS, çok ayrı türden bir uluslararası antlaşma niteliğindedir ve -
pek çok açıdan- içeriği ve uygulama süreci, “tipik” uluslararası
antlaşmalarınkinden ziyade, ulusal anayasaların içeriği ve uygulama sürecine
yakındır. AĐHM her zaman AĐHS’nin yaşayan bir belge olduğunu ve günümüz
koşulları ışığında yorumlanması gerektiğini kabul etmiştir. Bu, AĐHS’nin
başlangıçtaki anlamında yargı yoluyla değişiklikler yapılması sonucunu
doğurabilir (ve aslında birçok vesileyle bu yapılmıştır). Bu açıdan bakıldığında,
Mahkememizin rolü, anayasadaki insan haklarına dair maddeleri korumanın
yanısıra bunları geliştirmek olan ulusal anayasa mahkemelerinin rolünden çok
farklı değildir. Strazburg Mahkemesi, AĐHS hakları ve özgürlüklerinin, metni ilk
hazırlayanlar tarafından öngörülmeyen durumlara da uygulanabileceğini kabul
etmek suretiyle, AĐHS metnine yönelik olarak böyle yaratıcı bir yaklaşım
sergilemiştir. Dolayısıyla, (4 ve 7 No’lu Protokollere düzenleme konusu olan,
yabancıların sınır dışı edilmeleri örneğinde olduğu gibi) üye Devletler belirli bir
AĐHS yorumuna açıkça itiraz etmedikleri müddetçe, AĐHM’nin, elli yıldan fazla
bir zaman önce AĐHS metnine alınan sözcüklerin ve ifadelerin gerçek anlamını
belirleme yetkisine sahip olduğunu farz etmek meşrudur. Her halükarda, ki ölüm
cezası ile ilgili durumun da böyle olduğu görülmektedir, yaptığı yorum, üye
Devletler tarafından onaylanan değerler ve standartlarla uyum içinde olduğu
vakit, AĐHM bu yolu izleyebilir.
5. AĐHM, hiçbir zaman, “yaşayan sözleşme yaklaşımı”nın, yargıda insan
haklarını korumaya yönelik yeni, daha yüksek standartların ortaya konmasına
zemin hazırlayabileceğini reddetmemiştir. Ancak, ölüm cezasına ilişkin olarak, -
Soering kararında- “bir ön alma doktrini” benimsemiştir. Yukarıda bahsettiğim
gibi, üye Devletler, ölüm cezası sorununu AĐHS’de yapılacak resmi değişiklikler
yoluyla ele almaya karar verdiklerinden, bu mesele Devletlerin “kendi
70
tasarruflarındaki alan” haline gelmiş ve AĐHM’nin, yaşayan belge doktrinini
uygulamasının engellendiği görülmüştür.
Bu tür bir yorumun, Soering kararında doğru olduğu veya Öcalan kararına
uygulanıp uygulanamayacağı hususunda emin değilim.
Soering kararı, 6 No’lu Protokol’ün ölüm cezasının kaldırılmasını
sağlamasına rağmen, pek çok üye Devlet’in 1989 yılında bu Protokol’ü henüz
onaylamadığı gerçeğine dayandırılmıştır. Dolayısıyla, ölüm cezasının AĐHS’ne
uygunluğu konusunda bir genel tutum belirlemesi, AĐHM için erken olacaktı.
Şimdi ise, çoğunluk, gerçekten de hala onaylanma safhasında olan 13 No’lu
Protokol’e ilişkin olarak temelde aynı savı ortaya koymaktadır.
Ancak bu sadece, bazı üye Devletlerin ölüm cezasını geriye dönüşü
olmayacak şekilde kaldırmak için en uygun zaman konusundaki tereddüdünü
gösterebilir. Aynı zamanda, ölüm cezasının insanlık dışı niteliği hususunda -
Avrupa düzeyinde- bir oydaşma bulunduğu artık tartışmasız hale gelmiştir.
Dolayısıyla, hükümetlerin ve politikacıların AĐHS’de resmi değişiklik
hazırlığında olmaları, AĐHM’nin kendi inisiyatifi ile hareket etmesinin
önlenmesine yönelik bir karardan ziyade, artık ölüm cezasının mevcudiyetinin
sona ermesi gerektiğinin işareti olarak algılanabilir.
Bu nedenle, çoğunluk tarafından Soering yaklaşımının yansıtılması beni
ikna etmedi. AĐHM’nin, ölüm cezasının niteliği ile ilgili bir karar almasında
herhangi bir yasal engel bulunduğunu düşünmüyorum.
6. Böyle bir karar evrensel düzeyde uygulanabilirliğe sahip olacaktır;
özellikle, yalnızca barış zamanlarında değil, diğer savaş veya savaş benzeri
durumlarda da ölüm cezası verilmesini yasaklayacaktır. Ancak, bu, AĐHM’nin
bu kararı bugün almasını engellememelidir. Avrupa tarihinin, sürdüğü sırada (ya
da bitiminde) ölüm cezası için gerekçeler bulunan Đkinci Dünya Savaşı gibi
savaşlara sahne olduğu doğru olabilir. Ancak, AĐHS’nin mevcut yorumunun bu
tür istisnalar sağlaması gerektiğini düşünmüyorum. Aynı şiddette bir savaş
tekrar çıksaydı, ölüm cezası yorumlarıyla ilgili olarak tavizler yapılsa dahi,
AĐHS’nin bir bütün olarak varlığını sürdüreceğine inanmak oldukça saf bir
yaklaşım olurdu. Öte yandan, sadece yerel boyutu olan bir savaş veya silahlı
çatışma varsa – ki bu, son elli yıldır Avrupa’nın yaşadığı tecrübedir –
uluslararası toplum, aralarında ölüm cezasının yasaklanmasının bulunduğu temel
insanlık değerlerine saygı hususunda ısrarcı olabilir ve olması gerekir. Aynı
mantık, bugün ölüm cezasının yeri olmayan, -özellikle- “terörle savaş” gibi
diğer “savaşlara” da uygulanmalıdır (bkz. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi
tarafından yayınlanan Đnsan Hakları ve Terörle Mücadele Hakkında Yönlendirici
Đlkeler’de madde X § 2 (2002)).
Ayrıca, yakın tarihte kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin
Tüzüğü’nün gösterdiği üzere, uluslararası toplumun en korkunç suçların dahi
ölüm cezasına başvurmadan bir çözüme ulaştırılabileceği görüşünde olması
dikkate değerdir.
71
7. Son on beş yıl içinde Avrupa’daki birkaç anayasa mahkemesi ölüm
cezası konusunda tutum belirlemeye davet edilmiştir. Macaristan, Litvanya,
Arnavutluk ve Ukrayna mahkemeleri, yazılı metinlerinde açıkça
belirtilmemesine rağmen, kendi ülkelerinin anayasalarına göre, bundan böyle
ölüm cezasına müsaade edilmediği kararını almakta hiç tereddüt etmemiştir.
Anayasa mahkemeleri, yine de, hükümetlerin siyasi kanadının bu hususta net bir
karar alamayışlarının, yargı kanadının da bunu yapmasına engel teşkil etmemesi
gerektiği tutumunu benimsemişlerdir. Benzer bir yaklaşım, Güney Afrika
Anayasa Mahkemesi’nce benimsenmiştir.
AĐHM’nin, Öcalan kararında aynı yolu izlemiş olması gerektiği
konusunda kesin kanaatim bulunmaktadır.

II. 6 § 1. Madde

Üzülerek belirtiyorum ki, AĐHS’nin 6 § 1. maddesinin başvuranın
bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından yargılanmamış olması gerekçesiyle
ihlal edildiği yolundaki çoğunluk tespitine katılmıyorum. Bununla ilgili olarak,
görüşlerim, Sn. Wildhaber, Sn. Costa, Sn. Caflisch, Sn. Türmen ve Sn. Borrego
Borrego ile birlikte ortaya koyduğum ortak kısmi muhalefet şerhinde yer
almaktadır.
72
YARGIÇ WILDHABER, YARGIÇ COSTA, YARGIÇ CAFLISCH,
YARGIÇ TÜRMEN, YARGIÇ GARLICKI VE YARGIÇ BORREGO
BORREGO’NUN ORTAK KISMĐ MUHALEFET ŞERHĐ

(Çeviri)

1. AĐHM’nin çoğunluğu, bu davada, yargıçlar arasında bir askeri yargıç
bulunması nedeniyle, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin bağımsız ve
tarafsız bir mahkeme olmadığı sonucuna varmıştır. Đzleyen gerekçelerle aynı
sonuca varmamaktayız .
2. Incal kararından bu yana (9 Haziran 1998, Raporlar 1998-IV, s. 1548),
bu tür davalarda, AĐHM tarafından, bir askeri yargıç iki sivil yargıcın yanında
yer aldığında devlet güvenlik mahkemesinin bağımsızlığı ve tarafsızlığından
şüphe duyması için başvuranın meşru sebebi bulunduğu ilkesinin izlendiği
doğrudur. AĐHM, Incal davasında bölünmüş ve bu konu hakkında on ikiye
sekizlik bir çoğunlukla karara varmıştı (azınlıkta kalan yargıçların karşıt
görüşleri için bkz. Raporlar 1998-IV, ss 1578 ve 1579).
3. Incal kararı emsalinin daha sonra bir dizi kararda uygulandığı da
doğrudur (Sürek – Türkiye (no. 1) [BD], no. 26682/95, AĐHM 1999-IV dahil –
Sn. Wildhaber’in beyanı ve Sn. Gölcüklü’nün muhalefet şerhi).
4. Ancak, durum değişmiştir. Çok kısa bir süre içinde, Türkiye Incal
kararını takiben telafi önlemleri almış ve Anayasa’sını (ve akabinde
mevzuatında) devlet güvenlik mahkemelerinde artık sadece sivil hakimler
bulunacak şekilde şekilde (bu mahkemeler daha sonra kaldırılmıştır)
değiştirmekte tereddüt etmemiştir. 18 Haziran 1999 tarihi itibariyle Anayasa
değiştirilmiş ve mevzuata ilişkin değişiklikler sadece dört gün sonra
gerçekleşerek hemen yürürlüğe girmiştir (bkz. bu dava kararının 53. ve 54.
paragrafları). AĐHS’ye taraf tüm Devletlerin, AĐHM’nin kararlarını bu kadar
makul bir süre içinde uygulamaları temenni edilir.
5. Sözkonusu değişiklikler, derhal başvuranın yargılanması sürecinde
uygulanmış, yeni yasanın yürürlüğe girişinin ertesi günü askeri yargıcın yerini
üçüncü sivil yargıç almıştır. Bu yargıcın davanın başından itibaren hazır
bulunduğunun, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yapılan tüm duruşmalara ve
Devlet Güvenlik Mahkemesince bu yargıcın dosyayı ve tutanakları okuduğunun
(bkz. kararın 44. paragrafı) ve son olarak, ek kanıt veya soruşturma talep
etmekte serbest olduğunun belirtildiği not edilmelidir.
6. Dolayısıyla, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin karar ve hükmü,
yargılamanın tamamında yer almış olan üç sivil yargıçtan oluşan bir mahkeme
tarafından verilmiştir. (AĐHM’nin içtihadına uyum sağlamak için getirilen) yeni
kurallar uyarınca değiştirilen askeri yargıcın varlığının, Devlet Güvenlik
Mahkemesi’nin bağımsız ve tarafsız görünmemesine neden olduğunu söylemek
73
görüntü “teorisi”ni çok ileriye götürmektir. Bu, en azından bize göre, ne
gerçekçidir ne de adildir.
7. Bu sebeple, AĐHM’nin Đmrek davasındaki yaklaşımının daha akıllıca
olduğunu düşünmekteyiz. Bu davada, aynı koşullarda ve Türk makamlarının
Incal içtihadına olumlu yaklaşımı ışığında, AĐHM yargılama sırasında askeri
yargıcın yerine sivil yargıç getirilmesiyle sorunun çözülmesi dolayısıyla
şikayetin bariz şekilde temelsiz olduğuna karar vermiştir (bkz. 28 Ocak 2003
tarihli kabul edilmezlik kararı, başvuru no. 57175/00).
8. Ayrıca, Öcalan davasında, Incal kararında belirlenmiş olan ilkelerden
ayrılmaksızın, kararın 116. paragrafında belirtilenlerle mutabık olmak güçtür.
Başvuran, burada bir sivilmiş gibi tanımlanmaktadır (ya da sivile eşdeğer
gösterilmektedir). Ancak, kendisinin de en azından kısmen kabul ettiği gibi,
binlerce ölüme sebebiyet veren ağır terör suçlarının tetikleyicisi olmakla
suçlanmıştır. Başvuranın bir savaş ağası olarak tanımlanması da eşit ölçüde
mümkündür, ki bu durum yargı sürecinin başında üç üyesinden birinin bizzat
asker kökenli olduğu bir mahkemede yargılanması gerçeğine güçlü bir
perspektif kazandırmaktadır.
9. Đkincillik ilkesi üzerine kurulmuş bir sistemin özelliği, AĐHM gibi
uluslarüstü bir yargı organı ile bu sisteme taraf olan Devletler arasında sadık
işbirliğidir. Haddinden yüksek olan standartları dayatmak, kanımızca, bu tür bir
işbirliğini teşvik etmek ya da bu işbirliğini sağlayan Devletlere memnuniyet
bildirmek için en iyi yol değildir.
74
YARGIÇ COSTA, YARGIÇ CAFLISCH, YARGIÇ TÜRMEN VE
YARGIÇ BORREGO BORREGO’NUN ORTAK KISMĐ MUHALEFET
ŞERHĐ

Kararın 175. paragrafında, çoğunluk “bağımsızlığı ve tarafsızlığı şüphe
uyandıran bir mahkeme tarafından yapılan adil olmayan bir yargılamanın
akabinde … verilen ölüm cezası insanlık dışı muamele teşkil eder…” görüşünü
ifade etmektedir.
Öncelikle, çoğunluğun, başvuranı mahkum eden mahkemenin, bağımsız
ve tarafsız olmadığı görüşüne katılmıyoruz. Ancak, öyle olsaydı dahi, bunun 3.
maddenin ihlali anlamına geldiğine inanmıyoruz.
Çoğunluk, 3. maddenin ölüm cezasını yasakladığı şeklinde
yorumlanamayacağını kabul etmektedir, zira bu takdirde 2. maddenin açık
ifadesi tamamen yok olacaktır (kararın 162. paragrafı). Diğer bir deyişle,
çoğunluğa göre, ölüm cezası kendi başına 3. madde ihlali oluşturmazken, ölüm
cezasını veren mahkemenin bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla ilgili prosedüre ilişkin
bir eksiklik, 3. madde ihlali oluşturmaktadır.
Đçtihadımıza göre, bağımsızlık ve tarafsızlık hususundaki endişe ve
üzüntü, AĐHS’nin 3. maddesine göre değil, 6. maddesi kapsamında incelenmesi
gereken bir konudur.
“… Belirli bir mahkemenin bağımsız ve tarafsız olmasından endişe
duymak için meşru bir sebebin bulunup bulunmadığı hususunda, sanığın görüşü,
belirleyici olmamakla birlikte, önemlidir” (Incal / Türkiye, 9 Haziran 1998
kararı, Reports of Judgments and Decisions 1998-IV, ss. 1572-1573, § 71).
“…Başvuran, … yargıçlardan birinin … askeri yargıç olmasından ötürü meşru
olarak endişe duyabilirdi” (aynı yer, 72. paragraf). Benzer ifadeler, Çıraklar /
Türkiye kararı ile (28 Ekim 1998 tarihli, Raporlar 1998-VII, §§ 38 ve 40’ta)
sonradan verilen pek çok kararda bulunmaktadır. Bütün bu davalarda, AĐHM,
askeri yargıcın varlığından kaynaklanan endişeden ötürü 6. maddenin ihlal
edildiğine karar vermiştir.
Ayrıca, 3. madde kapsamındaki insanlık dışı muamelenin asgari bir
vahamet düzeyine ulaşması gereklidir. Başvuran, 3. maddenin öngördüğü
seviyeye ulaşacak derecede korku ve üzüntü yaşadığını hiçbir şüpheye yer
bırakmayacak şekilde göstermelidir (bkz mutatis mutandis, V. / Đngiltere [BD],
no. 24888/94, AĐHM 1999-IX). Bu davada, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin
bağımsız ve tarafsız olmamasından dolayı başvuranın gerekli seviyeye ulaşmış
endişe ve üzüntüsünü gösteren hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Kararın 39.
paragrafında belirtildiği üzere, yargılama sırasında, başvuran, Türk Ceza
Kanunu’nun 125. maddesi uyarınca kendisine yöneltilen temel suçlamayı, yani,
Devlet toprağının bir bölümünü ayırmaya yönelik eylemleri işlediğini kabul
etmiştir. Başvuran, ayrıca, lideri olduğu PKK’nın genel stratejisine ilişkin siyasi
sorumluluğunu ve Türk Devleti toprakları üzerinde ayrı bir devlet kurmayı
75
öngördüğünü kabul etmiştir. Kendisine yapılan suçlamayı ve cezasının ne
olacağını bilmekteydi. (Türk Ceza Kanunu’nun 125. maddesince sağlanan tek
ceza bulunmaktadır). Ayrıca, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin yargı yetkisini
kabul ettiğini açıkça belirtmiştir.
Bu koşullarda, yargılamanın erken bir safhasında bir askeri yargıcın
bulunmasının, başvuran için, 3. madde ihlali teşkil edecek seviyeye ulaşan
endişe ve üzüntüye yol açtığı sonucuna varmak çok güçtür.
Ayrıca, bir tehdidin insanlık dışı muamele teşkil etmesi için, “gerçek bir
risk”in bulunması gereklidir. Yalnızca bir olasılık kendi başına yeterli değildir
(Vilvajarah ve Diğerleri / Đngiltere, 30 Ekim 1991 kararı, Seri A no. 215, § 111).
Tehdit, “yeterince gerçek ve yakın” olmalıdır (Campbell ve Cosans / Đngiltere,
25 Şubat 1982 tarihli karar, Seri A, no. 48, § 26). “Riskin gerçek olduğunu
göstermek gerekir” (H.L.R. / Fransa, 29 Nisan 1997 tarihli karar, Raporlar
1997-III, § 40).
Bu davada, izleyen sebeplerden ötürü, başvuranın idam edilmesine ilişkin
gerçek ve yakın bir risk olduğuna inanmak mümkün değildir:
(a) Türkiye’de ölüm cezası 1984’ten bu yana uygulanmamıştır. (b) Türk
Hükümeti, AĐHM’ye gönderdiği resmi bir yazı ile eski 1. Daire’nin, Đç Tüzük’ün
39. maddesine dayanan kararını kabul etmiş ve başvuranın infaz kararını
ertelemiştir. (bkz. kararın 5. paragrafı).
(c) 39. maddeye dayanan karara uygun olarak Hükümet, başvuranın
dosyasını, onaylanması için Meclise göndermemiştir (Türk Anayasası’na göre,
ölüm cezası, ancak Meclis tarafından cezayı onaylayan bir kanun çıkarıldığı
takdirde infaz edilebilir). Diğer bir deyişle, infaz süreci hiç başlamamıştır. Bu
koşullarda, Türk Mahkemesi’nin kararı ile Türkiye’de ölüm cezasının
kaldırılması arasındaki zaman zarfında başvuran için gerçek bir infaz riski
bulunduğu sonucuna varmak mümkün değildir.
Soering kararında, AĐHM, mutatis mutandis, Hükümet Strazburg
organlarınca belirtilen geçici tedbir kararına uyduğu sürece, insanlık dışı
muamele bulunmadığına karar vermiştir (Soering, § 111). Aynı mülahazalar bu
dava için de geçerlidir. Hükümet, 39. maddeye dayanan karara uygun hareket
etmeyi kabul ettiğinden, başvuran için “yeterince gerçek ve yakın” bir idam
tehlikesi asla hasıl olmamıştır.
Çınar / Türkiye davasında (no. 17864/91, 5 Eylül 1994 tarihli Komisyon
kararı, DR 79-B, s. 5), başvuran, ölüm cezasına ilişkin kararın 20 Ekim 1987
tarihinde kesinleşmesi, onay için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne iletilmesi ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1991’e kadar bir karar almaması dolayısıyla
3. maddenin ihlal edildiğini iddia etmiştir. Başvuran, dolayısıyla, idamını
bekleyen mahkum psikolojisine maruz kalmıştır.
Komisyon, ölüm cezasının Türkiye’de 1984’ten beri uygulanmadığı ve
cezanın infaz riskinin gerçek dışı olduğu gerekçesiyle bu iddiayı reddetmiştir.
Bu davada, başvuranın idam edilme riskinin, Çınar davasındaki riskten
daha gerçek olduğunu kabul edemeyiz.
76
Başvuranın siyasi geçmişi, kararda öne sürüldüğü gibi (72. paragraf) infaz
riskini artırmamıştır. Aksine, idam edilmesinin doğuracağı siyasi sonuçlar
nedeniyle, bu konudaki savunmasızlığını azaltmıştır. Meclis’te temsil edilen
bütün siyasi partiler arasında cezanın infaz edilmemesi yönünde fikir birliği
bulunması bu görüşü teyit etmektedir. Bu siyasi oydaşma, Meclis’in ölüm
cezasını, büyük çoğunlukla kabul edilen ve 9 Ağustos 2002 tarihinde
yayınlanan 4771 sayılı Kanunla kaldırmasından açıkça görülmektedir (bkz.
kararın 51. maddesi). Ayrıca, Türkiye, 12 Kasım 2003 tarihinde, 6 No’lu
Protokol’ü onaylamıştır.
Bütün bu nedenlerle, Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından ölüm cezası
verilmesi ile ilgili olarak 3. maddenin ihlal edilmediği sonucuna varmaktayız.

  Avukat   -   AİHM Kararları
0 0
0 yanıt   -  

Avukatlara soru sormak için