Bu sitenin tüm hakları Andis Hukuk'a aittir.

Andis Hukuk & Danışmanlık İstanbul Ofisi (0212) 571 19 31
https://g.co/kgs/9FKrPBN
https://andishukuk.com/
Kan Hısımlığı ve Yerleşim Yeri, Medeni Kanun Madde 17-22:
0

Kan Hısımlığı ve Yerleşim Yeri, Medeni Kanun Madde 17-22:

Kan Hısımlığı ve Yerleşim Yeri, Medeni Kanun Madde 17-22:
Kan hısımlığının derecesi, hısımları birbirine bağlayan doğum sayısıyla belli olur. Biri diğerinden gelen kişiler arasında üstsoy-altsoy hısımlığı; biri diğerinden gelmeyip de, ortak bir kökten gelen kişiler arasında yansoy hısımlığı vardır. Eşlerden biri ile diğer eşin kan hısımları, aynı tür ve dereceden kayın hısımları olur. Kayın hısımlığı, kendisini meydana getiren evliliğin sona ermesiyle ortadan kalkmaz.
Yerleşim yeri bir kimsenin sürekli kalma niyetiyle oturduğu yerdir. Bir kimsenin aynı zamanda birden çok yerleşim yeri olamaz. Bu kural ticarî ve sınaî kuruluşlar hakkında uygulanmaz. Bir yerleşim yerinin değiştirilmesi yenisinin edinilmesine bağlıdır. Önceki yerleşim yeri belli olmayan veya yabancı ülkedeki yerleşim yerini bıraktığı hâlde Türkiye'de henüz bir yerleşim yeri edinmemiş olan kimsenin hâlen oturduğu yer, yerleşim yeri sayılır. Velâyet altında bulunan çocuğun yerleşim yeri, ana ve babasının; ana ve babanın ortak yerleşim yeri yoksa, çocuğun kendisine bırakıldığı ana veya babanın yerleşim yeridir. Diğer hâllerde çocuğun oturma yeri, onun yerleşim yeri sayılır. Vesayet altındaki kişilerin yerleşim yeri, bağlı oldukları vesayet makamının bulunduğu yerdir.
Bir öğretim kurumuna devam etmek için bir yerde bulunma ya da eğitim, sağlık, bakım veya ceza kurumuna konulma, yeni yerleşim yeri edinme sonucunu doğurmaz.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 2017/2950 E. , 2019/320 K.
“…..
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, ......l’in nüfus kaydının gerçeğe uygun hâle getirilmesi ve ......’in nüfus kaydından çıkartılması istemine ilişkindir.
Davacı vekili; kök muris ......’in 15.05.1967 tarihinde vefat ettiğini, yine murisin ilk eşinden olan 1911 doğumlu çocuğu ......l’in ise bebekken vefat ettiğini ve murisin 4 çocuğunun varis olarak kaldığını, buna karşın ......’in nüfus kaydında 01.05.1917 doğumlu Ayşe ve Hüseyin kızı..... isminde bir kaydın daha bulunduğunu ancak bu kaydın gerçeği yansıtmadığını, kaydın yanlış bilgilerle oluşturulan ilmuhabere ve sahte başvurulara dayanılarak eklendiğini, yapılan tescilin yolsuz olduğunu ileri sürerek kaydın düzeltilmesine karar verilmesini talep etmiştir.
Yerel Mahkemece (Kocaeli 4. Asliye Hukuk Mahkemesi) 26.11.2012 tarihli karar ile; (Davalılar adına tebligat çıkartılmadan ön inceleme aşamasında davacının adresinin Yarımca-Körfez/Kocaeli olduğu anlaşılmıştır.) 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 36. maddesi uyarınca nüfus kaydının iptali veya düzeltilmesine ilişkin davaların ilgilinin yerleşim yeri Asliye Hukuk Mahkemesinde görülmesi gerektiği, davacının adresinin Körfez olduğu dikkate alındığında yetkili mahkemenin Körfez Asliye Hukuk Mahkemesi olduğu gerekçesiyle mahkemenin yetkisizliğine karar verilmiştir.
Yetkisizlik kararı sonrasında davacı vekilinin talebi üzerine dosya Körfez Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmiş olup, yetkili mahkemece yargılamaya başlanmıştır.
Davalı ... ve arkadaşları vekili; aynı konuyla ilgili Kocaeli 2. Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açıldığını ve yapılan yargılama neticesinde davanın reddine karar verildiğini, bu nedenle eldeki davanın da kesin hüküm yönünden reddinin gerektiğini, diğer yandan nüfus kaydının tescilinden sonra 5 yıllık kesin süre içerisinde itirazda bulunulmadığını, bu yönüyle de davanın zamanaşımına uğradığını, kaldı ki davacının iddialarının yersiz ve hukuka aykırı olduğunu savunmuştur.
Davalı ...; kendisinin konuya ilişkin bir şey duymadığını, aradan çok uzun bir süre geçtiğini, Ayşe isminde bir halasının olup olmadığını bilmediğini ancak Ankara’da evlatlık verilen bir halasının olduğunu duyduğunu ifade etmiştir.
Davalı ...; dava dilekçesinde ileri sürülen hususlara yönelik olarak babasından ve dedesinden bir şey duymadığını, Ayşe isminde bir halasının olup olmadığını bilmediğini, ancak Ankara’da evlatlık verilen bir halasının olduğunu duyduğunu belirtmiştir.
Davalı ...; Ayşe İkiz isminde bir halasının bulunduğunu, ancak Yarımca’da yaşadığını, halasının vefat ettiğini, bunun dışında Ankara’da evlatlık verilen bir halasının olup olmadığını bilmediğini anlatmıştır.
Davalı Körfez Nüfus Müdürlüğü temsilcisi; yapılan araştırmada iki..... arasında isim benzerliği olduğunu, bunun dışında akrabalık ilişkilerinin bulunmadığını beyanla takdirin mahkemeye ait olduğunu ifade etmiştir.
Davalılar ...’na, ...’na, ...’na ve ...’na duruşma gününü bildirir tebligatlar çıkartılmış olup, davalılar duruşmaya gelmemişler, esas hakkında bir beyanda da bulunmamışlardır.
Yerel Mahkemece (Körfez Asliye Hukuk Mahkemesi) 19.03.2014 tarihli karar ile; Kocaeli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2009/118 E., 2010/207 K. sayılı dosyasının incelenmesinde;....., .....,..... ve..... tarafından muris ......’in nüfus kaydına sehven yazılan ......l’e ait kaydın silinmesi istemiyle Kocaeli Nüfus Müdürlüğü aleyhine dava açıldığı ancak davacıların, 01.05.1917 doğumlu ......l’in muris ......’in kızı olmadığını kanıtlayamadıkları, bu nedenle de davanın reddine karar verildiği, kararın temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 24.09.2012 tarih ve 2012/15781 E., 1012/22272 K. sayılı kararı ile yerel mahkeme kararının onandığı, davacıların karar düzeltme taleplerinin de reddedildiği ve kararın 10.12.2012 tarihinde kesinleştiği; eldeki davada da davacının talep sonucunun, 01.05.1917 doğumlu ......l’in muris ......’in kızı olmadığı gerekçesiyle nüfus kaydından çıkartılması istemine ilişkin olduğu, Kocaeli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2009/118 E., 2010/207 K. sayılı dosyasının hüküm fıkrasının bu yönü ile görülmekte olan davadaki talep sonucu ile aynı olduğu, her ne kadar ilk açılan davanın davacıları ve davalıları eldeki dosyanın taraflarından farklı ise de, kesin hükmün külli haleflere sirayeti prensibi gereğince ......’in mirasçısı olan herhangi bir kişinin ......l’in mirasçısı olan herhangi bir kişiye karşı açtığı davada verilecek hükmün o davanın tarafı olmayan, ancak tarafların mirasçısı olan kişileri de bağlayacağı, bu yönü ile her iki dosyanın taraflarının aynı olarak kabul edilmesinin doğru olacağı, HMK’nın 303’üncü maddesinin 1’inci fıkrasına göre bir davaya ait şekli anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olmasının gerektiği ve kesin hükmün, tarafların külli halefleri hakkında da geçerli kabul edileceği, bu durumda HMK’nın 114/1-i maddesi uyarınca dava şartı niteliğinde kesin hükmün bulunmaması şartının görülmekte olan davada söz konusu olmadığı, dava şartı yokluğunun giderilmesinin de mümkün bulunmadığı belirtilerek dava şartı yokluğu nedeniyle davanın usulden reddine karar verilmiştir.
Davacı ... vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece (Körfez Asliye Hukuk Mahkemesi) 09.12.2015 tarihli karar ile; maddi anlamda kesin hükmün, yargısal (kazai) kararlara tanınan yasal gerçeklik vasfı olduğu, kesin hüküm kuralının, haklı ve adil kararların korunması yanında kişiler arasındaki çekişmelerin sonsuza kadar devam etmesini önlemek, toplumun istikrar ve düzenini sağlamak, hukukun ve yargının güvenirliğini korumak amacıyla kabul edildiği; tarafları, mevzuu ve sebebi aynı olan devletin iştiraki, hakimin tarafsız araştırması ve iradesi ile kurulan, tüm yasal yollardan geçmek suretiyle, diğer bir anlatımla şekli yönüyle de kesinleşen önceki hükmün korunmasında kamunun büyük yararının bulunduğu; HMK’nın 303’üncü maddesinin 1’inci fıkrasına göre bir davaya ait şekli anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olmasının gerektiği, aynı maddenin 3’üncü fıkrasına göre ise kesin hükmün, tarafların külli halefleri hakkında da geçerli olacağı; eldeki davanın davacısı ...’in, Kocaeli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılan davanın davacıları ile müşterek mirasçı olduğu, bu durumda HMK’nın 303’üncü maddesi gereği aynı olayla ilgili verilen kesin mahkeme kararının davacıyı da bağlayacağı; kök muris ......’in miras hakkından dolayı halefi olan diğer mirasçıların açtığı davanın reddedilerek kesinleştiği, diğer külli halef (mirasçı) olan ...’in davasının da külli halefiyet sebebiyle reddine karar verilmesinin gerektiği; Özel Daire bozma kararına uyulması durumunda kesin hükmün külli haleflere sirayeti prensibinin gerçekleşmeyeceği ve uyuşmazlığın sonlanmayacağı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı davacı mirasçılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; kök muris ...... mirasçısı ...’in külli halef olarak kabul edilip edilemeyeceği, buradan varılacak sonuca göre Kocaeli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2009/118 E., 2010/207 K. sayılı kararının eldeki dava dosyası bakımından 6100 sayılı HMK’nın 114/1-i maddesi anlamında kesin hüküm niteliğinde olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Konunun açıklığa kavuşturulabilmesi için öncelikle “dava şartı ve “kesin hüküm” kavramları üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.
Dava şartları, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) ayrı başlıklar altında yer almamışken; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda (HMK) 114’üncü madde ile “Dava Şartları”, 115’inci madde ile de “Dava Şartlarının İncelenmesi” başlıkları altında sıralanmıştır.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) “Dava şartları” başlıklı 114’üncü maddesi;
“Dava şartları şunlardır:
a) Türk mahkemelerinin yargı hakkının bulunması.
b) Yargı yolunun caiz olması.
c) Mahkemenin görevli olması.
ç) Yetkinin kesin olduğu hâllerde, mahkemenin yetkili bulunması.
d) Tarafların, taraf ve dava ehliyetine sahip olmaları; kanuni temsilin söz konusu olduğu hâllerde, temsilcinin gerekli niteliğe sahip bulunması.
e) Dava takip yetkisine sahip olunması.
f) Vekil aracılığıyla takip edilen davalarda, vekilin davaya vekâlet ehliyetine sahip olması ve usulüne uygun düzenlenmiş bir vekâletnamesinin bulunması.
g) Davacının yatırması gereken gider avansının yatırılmış olması.
ğ) Teminat gösterilmesine ilişkin kararın gereğinin yerine getirilmesi.
h) Davacının, dava açmakta hukuki yararının bulunması.
ı) Aynı davanın, daha önceden açılmış ve hâlen görülmekte olmaması.
i) Aynı davanın, daha önceden kesin hükme bağlanmamış olması.
(2) Diğer kanunlarda yer alan dava şartlarına ilişkin hükümler saklıdır.”
hükmünü içermektedir.
Görüldüğü üzere, HMK’nın 114/1-i maddesinde aynı davanın, daha önceden kesin hükme bağlanmamış olması dava şartı olarak düzenlenmiştir.
HMK’nın “Dava şartlarının incelenmesi” başlıklı 115’inci maddesi ise,
“(1) Mahkeme, dava şartlarının mevcut olup olmadığını, davanın her aşamasında kendiliğinden araştırır. Taraflar da dava şartı noksanlığını her zaman ileri sürebilirler.
(2) Mahkeme, dava şartı noksanlığını tespit ederse davanın usulden reddine karar verir. Ancak, dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verir. Bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddeder.
(3) Dava şartı noksanlığı, mahkemece, davanın esasına girilmesinden önce fark edilmemiş, taraflarca ileri sürülmemiş ve fakat hüküm anında bu noksanlık giderilmişse, başlangıçtaki dava şartı noksanlığından ötürü, dava usulden reddedilemez.”
düzenlemesini getirmiştir.
Mahkemenin, davanın esası hakkında yargılama yapabilmesi (davayı esastan inceleyebilmesi) için varlığı veya yokluğu gerekli olan hâllere, dava (yargılama) şartları denir. Davanın esası hakkında inceleme yapılabilmesi için varlığı gerekli olan hâllere, olumlu dava şartları denir (meselâ görev, hukuki yarar gibi); yokluğu gerekli hâllere ise olumsuz dava şartları denir (meselâ, kesin hüküm gibi).
Dava şartları, dava açılabilmesi için değil, mahkemenin davanın esası hakkında inceleme yapabilmesi (davanın esasına girebilmesi) için gerekli olan şartlardır. Buna davanın dinlenebilmesi (mesmu olması) şartları da denir.
Dava şartlarından biri olmadan açılan dava da açılmış (var) sayılır, yani derdesttir. Ancak mahkeme, dava şartlarından birinin bulunmadığını tespit edince, davanın esası hakkında inceleme yapamaz; davayı dava şartı yokluğundan (usulden, mesmu olmadığından) reddetmekle yükümlüdür
Yukarıdaki açıklamalar, geniş anlamdaki dava şartları içindir. Buna, genel olarak ilk itiraz (iptidai) itiraz hâlleri (md.116) de girer. Bu nedenle ilk itiraz hâllerine yargılama engelleri (mânileri) de denilmektedir. Fakat, yargılama engelleri gerçek anlamda, dava şartı değildir.
Dar ve gerçek anlamda dava şartları, davanın esastan incelenip karara bağlanabilmesi için varlığı veya yokluğu mutlaka gerekli olan hâllerdir. Yani dava şartlarının bulunup bulunmadığı davada hâkim tarafından kendiliğinden (resen) gözetilir; taraflar bir dava şartının noksan olduğu davanın görülmesine (esastan karara bağlanmasına) muvafakat etseler bile, hâkim davayı usulden (mesmu olmadığından) reddetmekle yükümlüdür (Kuru, B./Arslan, R./Yılmaz, E.:Medeni Usul Hukuku, Ankara, 2011, s.256).
Bir hususun dava şartı olup olmadığı, onun niteliğinden anlaşılır: Bir hususun (durumun) varlığı veya yokluğu, mahkemenin davayı esastan inceleyip karara bağlamasına engel oluyor ve hâkim o hususu kendiliğinden gözetmekle yükümlü ise, o husus bir dava şartıdır (Kuru/Arslan/Yılmaz, s.257).
6100 sayılı HMK’da dava şartına ilişkin yasal düzenlemelerin yanında kesin hükme ilişkin yasal düzenlemelere de yer verilmiştir.
Kesin hüküm 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 303’üncü maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre;
“(1)Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.
(2)Bir hüküm, davada veya karşılık davada ileri sürülen taleplerden, sadece hükme bağlanmış olanlar hakkında kesin hüküm teşkil eder.
(3)Kesin hüküm, tarafların küllî halefleri hakkında da geçerlidir.
(4)Bir dava dolayısıyla ortaya çıkan kesin hüküm, o hükmün kesinleşmesinden sonra dava konusu şeyin mülkiyetini tarafların birisinden devralan yahut dava konusu şey üzerinde sınırlı bir ayni hak veya fer’î zilyetlik kazanan kişiler hakkında da geçerlidir. Ancak, Türk Medenî Kanununun iyiniyetle mal edinmeye ait hükümleri saklıdır.
(5)Müteselsil borçlulardan biri veya birkaçı ile alacaklı arasında yahut müteselsil alacaklılardan biri veya birkaçı ile borçlu arasında oluşan kesin hüküm, diğerleri hakkında geçerli değildir.”
Kesin hükmün açılacak davalarda göz önünde tutulması, temelini Anayasadan alan vazgeçilmez bir usul hukuku kuralıdır. Bu niteliği gereği de “olumsuz dava şartı” olarak kabul edilmektedir. Zira aynı konuda, aynı taraflar arasında ve aynı dava sebebine dayanarak daha önce dava açılmış ve verilen hüküm kesinleşmiş ise, artık o dava konusu hakkında kesin hüküm vardır. Aynı uyuşmazlık, yeni bir dava konusu yapılamaz.
Kesin hükmün amacı kişiler arasındaki uyuşmazlıkların kesin bir biçimde çözümlenmesidir. Bu amacın gerçekleşmesinde, hem kişilerin hem de Devletin yararı vardır. Çünkü kişiler, aralarındaki uyuşmazlığın kesin bir biçimde sonuçlanması için dava sırasında bütün olanaklarını kullanırlar ve dava sonucunda verilecek kararla artık, bu uyuşmazlığın sona ermesini isterler. Bu açıdan, Devletin de menfaati söz konusudur. Çünkü Devlet, mahkemelerin sınırsız bir biçimde aynı uyuşmazlık (dava) ile, sürekli ve yinelenerek meşgul edilmesini istemez. Kesin hüküm, hem kişiler, hem de Devlet için hukuksal durumda istikrar sağlar. Hukuksal güvenlik ve yargı erkine güven, kesin hüküm kurumu ile sağlanır.
Kesin hüküm kuralı, haklı ve adil kararların korunması yanında, kişiler arasındaki çekişmelerin sonsuza dek devam etmesini önlemek, toplumun istikrar ve düzenini sağlamak, hukukun ve yargının güvenirliğini korumak amacıyla da kabul edilmiştir. Bütün yasal yollar kapandıktan ve verilen hüküm kesinleştikten sonra, aynı davanın tekrar yargı önüne getirtilmesi, toplumda sonu gelmeyen çekişmelere, huzursuzluklara, istikrarsızlıklara, kazanılmış hakların her zaman ortadan kaldırılabileceği endişesine neden olur. Çelişkili kararların çıkmasına sebebiyet verir. Bu itibarla, tarafları, mevzuu ve sebebi aynı olan, Devletin iştiraki, hâkimin tarafsız araştırması ve iradesi ile kurulan, tüm yasal yollardan geçmek suretiyle; diğer bir anlatımla şekil yönüyle de kesinleşen önceki hükmün korunmasında kamunun büyük yararı bulunmaktadır.
Taraflar arasında bilahare çıkan uyuşmazlığın kesin hüküm konusu olduğunun belirlenmesi halinde, çekişme başka hiç bir araştırma yapılmadan kesin hükme göre çözümlenir. Önceki kesinleşmiş karar kamu mallarına ait olsa dahi kesin hükme göre karar verilmelidir.
Hukukumuzda kamu düzeninden sayılan ve HMK’nın 303’üncü maddesinde düzenlenen kesin hüküm tarafların anlaşmaları ile ortadan kaldırılamaz. Taraflar kesin hüküm itirazından feragat etseler dahi, mahkeme kesin hükme muttali olunca davayı, dava şartı yönünden ret etmelidir.
Kesin hüküm, bir bakıma, davayı etkileyecek nitelikte kesin bir delil teşkil eder. Kesin hükmün asıl özelliği, hüküm olma niteliğinden ileri gelmektedir. Hükümden sonraki bir safhayı ifade etmesi ve verilecek diğer hükümleri de etkileyecek kuvvette kesin bir delildir.
Kesin hüküm varsa uyuşmazlık yeniden dava konusu yapılamaz; yapıldığı takdirde, mahkemenin kesin hükmün varlığını resen gözeterek davanın reddine karar vermesi gerekir. Çünkü, kesin hüküm dava şartlarından olup, kamu düzeni ile ilgilidir. Hiç kuşku yoktur ki, taraflar da davanın her safhasında kesin hükmün varlığını bir itiraz olarak ileri sürebilir.
Kesin hüküm bozmadan sonra da ileri sürülebilir. Kesin hüküm resen gözetilir. Bu nedenle kesin hüküm itirazı usuli kazanılmış hakkın istisnasıdır.
Kesin hüküm şekli ve maddi olarak ikiye ayrılır. Verilen bir hükme karşı kanun yolları kapalı ise veya kanun yolları açık olsa bile süresinde gidilmemişse veya tüm kanun yolları tükenmişse hüküm şeklen kesinlik kazanmıştır.
Maddi anlamda kesin hükümde ise; dava sebebinin (maddi vakıaların), taraflarının ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.
Önemle vurgulanmadır ki; maddi anlamda kesinlik, yalnız hüküm fıkrası için söz konusudur. Hüküm fıkrası, davada (veya karşı davada) istenen hususlar (talep sonucu) hakkında mahkemece verilen kararı (hükmü) gösterir. Hükmün gerekçesinin kesin hüküm gücü yoktur. Bununla beraber, gerekçe maddi anlamda kesinlikten tamamen soyutlanmış da değildir.
Maddi anlamda kesinlik, yalnız hüküm fıkrasına ilişkin olduğundan hükümde tarafların talep sonuçları (veya talep sonuçlarının bazı kalemleri) hakkında olumlu veya olumsuz bir karar verilmemişse, hakkında karar verilmemiş olan hususlar bakımından maddi anlamda kesin hüküm söz konusu olmaz.
İspat bakımından değerlendirmek gerekir ise; kesin hüküm (mahkeme ilamları) HMK’nın 204/1 maddesine göre kesin delil teşkil eder.
Birinci davada verilmiş olan hüküm, aynı taraflar arasında, aynı dava sebebine dayanarak, aynı konuya ilişkin olarak açılan ikinci bir davada, birinci davada kesin hükme bağlanmış olan husus (m.303/1,2) hakkında kesin delil teşkil eder.
Aynı taraflar arasında, aynı dava sebebine dayanarak ve aynı hukukî ilişki hakkında açılan ikinci davanın konusu, birinci davadakinden farklı olsa bile, iki davanın da temelini oluşturan aynı hukukî ilişkinin mevcut olup olmadığı hakkında (birinci davada) verilmiş olan (kesin) hüküm, ikinci davada kesin delil teşkil eder.
Bir davada verilen kesin hüküm, bu davanın taraflarından biri tarafından başka birine (üçüncü kişiye) karşı açılan (veya üçüncü kişi tarafından birinci davanın taraflarından birine karşı açılan) ve konusu ile dava sebebi (vakıalar) aynı olan ikinci bir davada kesin delil teşkil etmez; çünkü iki davanın tarafları farklıdır. Fakat, birinci davada verilen kesin hüküm, ikinci davada güçlü bir takdiri delil teşkil eder (Kılıç, H.: Açıklamalı İçtihatlı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, Cilt II, Ankara, 2011, s.2341 vd, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.01.1984 tarihli ve 1984/8-690 E., 1984/4 K.; 05.12.1990 tarihli ve 1990/8-384 E., 1990/617 K.; 12.12.1990 tarihli ve 1990/4-429 E., 1990/634 K.; 15.12.2004 tarihli ve 2004/9-727 E., 2004/716 K. sayılı kararları, Kuru/Arslan/Yılmaz, s.694 vd).
Kesin hükme ilişkin bu kısa açıklamalardan sonra, eldeki davanın tarafları ile daha önce açılıp reddedilen Kocaeli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2009/118 E., 2010/207 K. sayılı dosyasının tarafları arasında hısımlık ilişkisi bulunduğu dikkate alındığında, kısaca bu kavrama da değinmek yerinde olacaktır.
Hısımlık, miras hukukunda, usul hukukunda, aile hukukunda önem taşıyan, kişiler arasında bir sıra hukuki ilişkiye temel teşkil eden bir müessesedir. Hısımlık ilişkisine bir çok hüküm ve netice bağlanmıştır. Medeni Kanun’da hısımlık ilişkilerini düzenleyen 17 ve 18’inci maddeler tek başına yeterli olmamaktadır. Bu maddeler Kanundaki diğer maddelerle birlikte hüküm ve netice meydana getirirler.
Hısımlık, doğal ya da belirli ilişkiler sonucu, kişi ile belirli kimseler arasında kurulan ve hukuki sonuçlar doğuran bir bağdır (Öztan, B.: Medeni Hukukun Temel Kavramları, 23. Bası, Ankara, 2006, s.304).
Diğer bir anlatımla, hısımlık, sadece gerçek kişiler bakımından söz konusu olan ve insanların arasındaki yakınlık bağını ortaya koyan bir kurumdur.
Hısımlık üç başlık altında incelenebilir. Bunlardan ilki kan hısımlığıdır. Kan hısımlığı, kan bağına dayanan hısımlıktır. Yani kan hısımlığı, bir kimse ile onun kendilerine kan bağıyla bağlı bulunduğu kişiler arasındaki hısımlıktır, uygulamada soy hısımlığı olarak da adlandırılmaktadır.
Kan hısımlığı da kendi içinde, “üst soy-alt soy (usul-füru) hısımlığı” ve “yansoy hısımlığı” olmak üzere ikiye ayrılır.
Üst soy-alt soy (usul-füru) hısımlığı, biri diğerinden gelen, yani birbirlerinden üreyen kişiler arasındaki hısımlıktır. Üst soy-alt soy hısımlığı, hem baba hem de ana tarafından sınırsız olan bir hısımlıktır. Alt soy-üst soy hısımlığında birbirinin soyundan gelme durumu söz konusudur. Öğretide bu hısımlığına “Düz Hat Hısımlığı” da denilmektedir.
Bir kimsenin düz hat üzerinden aşağı inen hısımlığı alt soy; bir kimsenin düz hat üzerinde yukarıya çıkan hısımlığı üst soy hısımlığıdır (Öztan, s.305). Örneğin, bir kimsenin babası, dedesi, büyük dedesi, annesi, anneannesi üst soyu; oğlu, oğlunun oğlu veya kızı ise alt soyudur.
Yansoy kan hısımlığı ise ortak soydan gelenler arasındaki hısımlığı ifade eder.
Ortak köklerin her ikisi de müşterek ise, tam kan yansoy hısımlığı; ortak köklerden sadece biri müşterek ise, yarım kan yansoy hısımlığı bulunur.
O hâlde, iki kimsenin birbirlerinin yansoy hısımı olabilmeleri için, her ikisinin de ortak bir soydan (kökten) gelmeleri gerekir. Bu itibarladır ki, kardeşler arasında; bir kimse ile amcası, halası, dayısı ve teyzesi arasında; aynı şekilde, o kimse ile amca, hala, dayı ve teyzesinin çocukları yani kuzenleri arasında yansoy hısımlığı vardır.
Medeni Kanuna göre hısımlık, hısımların bağlı oldukları doğum sayıları ile belirlenir.
Hısımlığa ilişkin ikinci başlık kayın hısımlığı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kayın hısımlığı evlenme neticesinde doğan bir hısımlık türüdür. Kayın hısımlığı, bir kişinin eşinin akrabalarından kaynaklanan hısımlıktır. Diğer bir anlatımla, eşlerden birisinin diğer eşin kan bağı ile bağlı olduğu hısımlarıyla olan ilişkisidir.
Son hısımlık başlığı ise evlat edinmeden doğan hısımlıktır. Burada evlat edinen ile evlat edinilen arasında hakim kararı ile doğan bir hısımlık söz konusu olup, evlat edinilen hem evlat edinenle hem de evlat edinenin kan bağı ile bağlı olduğu kişiler ile hısımlık ilişkisi içerisine gider. Mahkeme kararı ile kurulan hısımlık ilişkisine yapay hısımlık adı verilir. Evlatlık ilişkisinde evlatlığın ve alt soyun arasında kurulan hısımlık örnek gösterilebilir.
Hısımlık miras hukukunda büyük öneme sahiptir.
“Miras” ölen kişinin geride kalan malvarlığıdır. Teknik karşılığı “Tereke”dir. “Miras hakkı” (dar anlamda), belli bir süjeye bağlanan hakları içine alır. “Miras” terekenin mirasçılara geçişini anlatmak için kullanılır (Öztan, s.545).
Bir kimsenin ölümü ile terekesi onun mirasçılarına geçer. Mirasın intikalinde, mirasbırakanın bütün haklarının ve borçlarının mirasçıya geçmesi söz konusudur. Terekedeki haklar ve borçlar bir bütün (kül) olarak intikal eder. Böyle bir intikale külli halefiyet; böyle bir intikalle mirasçı olana da külli halef denir (Öztan, s.547).
Diğer bir anlatımla, külli halefiyet; bir kimseye ait malvarlığının parçalanmaksızın, tümüyle, alacak ve borçlarıyla birlikte ve tek bir hukuki işlemle başka bir kimseye geçmesidir. Böylece bu malvarlığına ait alacaklar, borçlar, taşınır ve taşınmaz tüm mallar tek hukuki işlemle devralana geçmiş olur.
Mirasbırakanın külli halefleri kanuni (yasal) mirasçılar veya atanmış mirasçılardır.
Yasal mirasçılar, kanun koyucunun tayin ettiği, belirlediği mirasçılardır. Bunlar mirasçılık sıfatını mirasbırakanın arzusundan değil, doğrudan kanun koyucunun iradesinden almaktadır. Yasal mirasçıların bir kısmını kanun koyucu, saklı paylı mirasçı olarak kabul etmiştir (Öztan, s.549).
Atanmış mirasçılar, mirasta hak sahipliğini mirasbırakanın iradesinden alır. Bu tip mirasçılığın doğması için mirasbırakanın geçerli bir irade açıklaması mevcut olmalıdır (Öztan, s.550).
Atanmış mirasçının yasal mirasçıdan farkı, kanun gereği değil; bir ölüme bağlı tasarrufla (miras sözleşmesi veya vasiyetname) mirasçı olarak belirlenmiş olmasıdır.
Yukarıdaki yapılan bu açıklamalardan sonra somut olaya bakıldığında; davacı ...’in, kök muris ......’in nüfusunda yazılı bulunan ......l’in nüfus kaydının gerçeğe uygun hâle getirilmesi istemiyle dava açtığı anlaşılmıştır.
Yerel mahkemenin, dava şartı yokluğu nedeniyle usulden red kararının esasını oluşturan Kocaeli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2009/118 E., 2010/207 K. sayılı dosyasının incelenmesinde; .....,.....,..... ve..... tarafından Kocaeli Nüfus Müdürlüğü (davalı) ile ..., ..., ..., ..., ... ve ... (dahili davalılar) aleyhine muris ......’in nüfus kaydında bulunan ......l kaydının silinmesi istemiyle 08.04.2009 tarihinde dava açıldığı, mahkemece yapılan yargılama neticesinde, davacı tarafın resmî kayıtların aksini iddia ettiği, bu nedenle davada ispat yükünün davacılarda bulunduğu, davacıların 01.05.1917 doğumlu ......l’in muris ......’in kızı olmadığını kanıtlamalarının gerektiği, ancak davacıların bu yönde yeterli bir kanıt sunamadıkları gerekçesiyle 29.06.2010 tarihinde davanın reddine karar verildiği, davacı tarafın temyizi üzerine yerel mahkeme kararının Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 24.09.2012 tarihli ve 2012/15781 E., 2012/22272 K. sayılı kararı ile onandığı, karar düzeltme talebinin de Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 10.12.2012 tarihli ve 2012/25091 E., 2012/29663 K. sayılı kararı ile reddedildiği, red kararı üzerine hükmün aynı tarihte kesinleştiği görülmüştür.
Bununla birlikte, eldeki dosya davacısı ve ilk dosyanın davacıları ile kök muris ...... arasındaki hısımlık ilişkisinin de dikkate alınması gerekmektedir.
Görülmekte olan davayı açan ..., kök muris ......’in torunu olup, kök muris ile davacı ... arasında üst soy-alt soy (usul-füru) ilişkisi mevcuttur.
Öte yandan, dosya içerisinde bulunan nüfus kayıt örnekleri ve veraset ilamlarından da anlaşılacağı üzere, somut olayın davacısı ile mahkemece kesin hüküm olduğu kabul edilen ilk dosyanın davacıları arasındaki hısımlık ilişkisi, üst soy-alt soy (usul-füru) hısımlığı niteliğinde değil, yansoy hısımlığı niteliğindedir. Bu itibarla aralarında üst soy-alt soy (usul-füru) ilişkisi bulunmayan davacı ...’un, önceki davanın taraflarının külli halefi kabul edilmesine imkân bulunmamaktadır.
O hâlde, Kocaeli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2009/118 E., 2010/207 K. sayılı dosyası, iş bu dava dosyası yönünden HMK’nın 303’üncü maddesi anlamında kesin hüküm oluşturmaz.
Ayrıca, HMK’nın “çekişmesiz yargı işleri” başlığını taşıyan 382’nci maddesinde kişiler hukukunda hangi durumların çekişmesiz yargı işi olacağı açıkça belirtilmiş olup, Aynı Kanun’un “kararların niteliği” başlığını taşıyan 388’inci maddesinde, kanunda aksine hüküm bulunmayan hâllerde, çekişmesiz yargı kararlarının maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmeyeceği hususu düzenlenmiştir. Kaydın düzeltilmesi davasının da çekişmesiz yargı işi olduğu dikkate alındığında, eldeki bu dava bakımından maddi anlamda kesin hükmün varlığından söz etme imkânı da bulunmamaktadır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında ilk davada tüm mirasçıların taraf gösterilmelerinin gerektiği, zira ilk davanın kabul edilmesi durumunda bu kabul kararının işbu dosya davacısını da etkileyeceği, ilk dosyanın davacısı.....’in, eldeki dosya davacısı ...’in kardeşi olduğu ve mirasçı sıfatıyla davayı açtığı, ilk dosyada taraf teşkilinin tam sağlanmadığı, taraflara açıklama ve ispat hakkı verilmediği, bu nedenle kesin hüküm olmadığının kabulü gerektiği, aslında külli halefiyet durumunun mevcut olduğu, ancak ilk davayı açan mirasçıların ve diğer bir kısım mirasçıların taraf gösterilmediği, dolayısıyla taraf gösterilmeyen mirasçıların hukuki dinlenilme hakkının ihlal edildiği belirtilerek yerel mahkeme direnme kararının bu değişik gerekçe ile bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
Ayrıca, eldeki dava 05.11.2012 tarihinde açılmış olmasına karşın direnmeye ilişkin gerekçeli kararın karar başlığına dava tarihinin 18.09.2015 olarak yazılması hatalı ise de, bu husus mahkemesince her zaman düzeltilebilecek maddi hata niteliğinde bulunduğundan, esasa etkili görülmeyen bu kısım bozmaya konu edilmemiş, eleştirilmekle yetinilmiştir.
Hâl böyle olunca, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına, bozma kararında gösterilen ve yukarıda açıklanan ilave nedenlerle uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır. ….”

  Avukat   -   Makaleler
0 0
0 yanıt   -  

Avukatlara soru sormak için